2011-12-19

sanat paylaşımları

İşte sanat dersinde yorumlarımızı kendisinin sanat teorisine göre oluşturduğumuz adam:

Erwin Panofsky

Önce sanat eserinin dış görünüşünü betimliyoruz. Bu aşamada hiçbir sanat tarihi ya da genel tarih bilgisine ihtiyaç duyulmuyor. Hatta bu aşamada eseri kim yapmış, bunu da bilmenize gerek yok; çünkü gerçekten gözünüzle ne görüyorsanız bunu dile getiriyorsunuz. Formalism denilen bu aşamadan sonra eserin ikonografik analizini yapmaya başlıyorsunuz. Bu, bi'nevi eserdeki sembollerin aranma süreci. Sanatçı hiç de düşündüğünüz gibi düşünmeyebilir. Hatta eseri semboller kullanarak kurmamış dahi olabilir, (bknz. Magritte'e ilk bakış). Ben bu aşamayı biraz da eser üzerinde düşünmeye başlangıç aşaması olarak görüyorum. Kısacası beyin jimnastiği yapmaya başlıyorsunuz.

Son aşama ise yorumun zirveye ulaştığı nokta.

2011-12-12

yabancı


Edouard Manet
Impressionism



"...the cut of a sleeve or trouser, the sheen ona piece of satin, the trim of whiskers, and the depth of a plunging neckline are all prerequisite for the discovery of identity of a city of strangers."



2011-11-20

ilk padişah anayasasından seçmeler

TBMM yeni anayasa sürecinde mecliste bulunan her partiden vekillerin bulunduğu bir kurul oluşturdu ve yeni anayasa sürecinde vatandaşa da fikir sormayı unutmadılar (!). Eleştiriyi şimdilik bir kenara bırakıyorum, yenianayasa.tbmm.gov.tr adresine girip mutlaka aklınızdakileri yazın. Ben tüm fikirleri bu kurula ulaştıracaklarını umuyorum.
Bu web sitesinin diğer bir özelliği içinde en eski anayasalarımızdan şu anki anayasamıza kadar hepsini bulundurması ve tabii dünya anayasaları da var. Ayrıca gördüğüm -ancak henüz incelemedim- kadarıyla sivil toplum örgütlerinden önerilmiş taslaklar da bulunmakta.

Kanuni Esasi PDF'sini incelerken, anayasayı anti-demokratikleşen şu ünlü maddeleri gördüm. Malum tarih derslerinde hep söylenir; ancak kendi gözlerimle görüp okumak istedim.

İşte padişahın devlete zarar verdiğini düşündüğü elemanları ülkeden uzaklaştırabilmesini sağlayan madde:
"Madde 113.  ....  Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idarei zabıtanın tahkikatı mevsukası üzerine sabit olanları memâliki mahrusai şahaneden ihraç ve teb'id etmek münhasran zatı hazireti padişahinin yedi iktidarındadır."

Meclisi tatil ve feshetme hakkı:
"Madde 7 — ... meclisi umuminin akt ve tatili ve lodel iktiza heyeti mebusanın azası yeniden intihap olunmak şartile feshi hukuku mukaddesei Padişahi cümlesindendir."

dokun-gaç

Geçen yazıda sizinle pişti oyun programımı paylaşacağımı söylemiştim.
Ödevi geçtiğimiz çarşamba teslim ettim, pazartesi günü de vizesini verdim. Sınavlar üzerine konuşulmaya gerek olmayan aktiviteler, ancak belirtmem gerekiyor ki lisans hayatında bazı sınavlar gerçekten şık olabilirmiş. Sınav 4 saat sürdü. 7 tane sorumuz vardı, teker teker hepsinin kodlarını yazdık, çalıştırdık, doğruladık. Daha önce hiç böyle bir sınav tecrübelememiştim.

Sadece haftamda değil, uzun süredir diğer meşgul olduğum konu ise şu:

Treachery of Images, Rene Magritte (Resimde "Bu bir pipo değildir" yazılı)

2011-11-19

Magritte's art life and treachery of images

RENE MAGRITTE

2011-11-09

karalamaca

Uzun zaman yazmayınca geri dönmesi zor oluyor. Bu durumu bu meşgul hayatımda birden fazla kez tecrübeleyerek öğrendim. Bahsedecek çok şeyimin olup bahsedecek vakte sahip olmamam kilit noktası. Evet, ne yazık ki şu sıralar lisans günlüğü tutamıyorum.

Garip bir şekilde bu dönem hiç düşünmediğim kadar yoğunum. Üstelik bu yoğunluk fikrimce tavan yapmış değil! Kısacası bu tarz bir paradoksun içinde dönüp dolaşıyorum. Aldığım kredi sayısı sadece 23! Pazartesi sabahtan, perşembe 10'dan sonra dersim yok. Neredeyse bir günüm boş ve nasıl bu kadar yoğun olduğuma yaklaşık bir aydır anlam veremiyorum. İşin aslı her bir dersin ders yükünün fazla olması ya da bazen benim kendime ders yükü çıkartıyor olmam ve elbette ders dışı etkinliklerim!

Şunu belirtmem gerekiyor ki ders dışı etkinlikler konusunda olması gereken bir metamorfoza girmek üzereyim. Bazı şeyler konusunda hevesimi epeyce aldığımı düşünüyorum ki artık bana epey ağır geliyor yapması ve oturup fizik anlamak/denemek varken bunlarla zaman geçirmek vicdanımda derin çukurlar oluşturuyor, örneğin bir şeylere başkanlık/liderlik etmeye çalışmak gibi. Üniversiteye girmeden önce bir şeyler kurmayı aklımdan geçirmeyeceğim bir yerlere gitmeyi aklıma koymuştum. Bu seçimimde çok başarılı olamasam da konu hakkındaki umursamazlığım sonuna dek sürüyor! Sevdiğim şeylere ve doğal olarak kendime daha fazla vakit ayırmak için toplumsal anlamda sorumsuz olmayı kabul ediyorum. Anlaştık.

Acayip bir C hocam var. Programlama konuları benim için her zaman fiziksel konular arkasında olmasına karşın, kendisi bana bilgisayar işlemcisine komut verebilmenin ne kadar mükemmel bir iş olduğunu gösterdi! Artık MSDOS komut penceresini açtığımda kendimi sadece siyah-beyaz bir ekrana sayılar giriyormuş gibi değil de bu bilgisayarın aklını yönetebiliyormuş gibi hissediyorum. itü'nün kalıplaşmış bazı derslerine (sözümona BIL104 ki çok şanslı olup almadığım için arkadaşlara verilen ödevlerden ve ders işleme tarzlarından biliyorum) devrim niteliğinde bakış açısıyla girdi derse. En başında amacını, niyetini büyük sözlerle anlatan hocaları seviyorum. En azından derse vereceğim haftaların değerli olacağına dair inancım artıyor. O dersin sonunda değişeceğimi biliyorum! Tüm olay da bu değil mi zaten? Değişmek ve değişmemek..

Bu kadar övdüm durdum; ama kafanızda somut bir şey canlanmadı biliyorum. Hoca TI'da çalışmış ve C dersini işlemci tasarlamış, yapmış ve kullanmış bir insandan dinlemek gerçekten ayrı bir zevkmiş. Diğer derslerle olan farkı şuradan biliyorum, bizim ilk ödevimiz C ile bir Pişti programı yazmaktı ki dönemin 5. haftasında verilmiş olmakla beraber o sırada temel her şeyi (pointers dahil olmak üzere bir miktar veri yapıları ve stack gibi hafıza birimleri + bilgisayarın hafızasının gerçekten nasıl çalıştığını kavratacak kavramlar) bitirmiştik. Bu sırada 104 alan arkadaşların ödevi ise basit toplama/çıkartma/bölme/çarpma işlemi yapan program yazmaktı!

Bunu keyfime anlatmıyorum. Problem şu ki, okula 2010'dan itibaren girmiş Elektronik öğrencileri (ki aslında onlar EHB öğrencileri) ile bir sene önce girmiş Elektronik öğrencileri (ki onlar EHB öğrencileri değil) aynı programlama yetisine sahip şekilde yetiştirilmiyorlar. Çünkü ikinci sırada olanlar dediğim ve tüm okuldaki tüm bölümlere verilen C dersini alıyorlar, (104). Benim anlam veremediğim elektronik gibi programlamayla iç içe olacak bir bölüme o kadar sene nasıl hiç düşünmeden 104 dersini vermişler, bu. Benzer durumlar tüm lisans hayatımız için geçerli. Zorunlu Numerical Methods, Data Structure derslerimiz, ilk defa bizimle lisansa verilmeye başlanan Theory of Complex Functions dersi. Kim bilir daha nelerle karşılaşacağım?

Sıradışı kod yazdığımı düşünmüyorum, sadece istekli olarak bu işi öğreniyorum. Zaten ilk programlama deneyimim de değil. İlk programımı Python'da yazmıştım, US'teyken. İşte o programla gurur duyuyorum. Ancak dönüp baktığımda bilgisayar bilimi açısından değil de astronomi açısından müthiş bir program olduğunu da fark etmiyor değilim. Cebirsel bir metod olan yörünge hesaplamada Gauss yöntemini öğrenmiştik, amaç bu yöntemi verdiğimiz datalara uygulayacak olan bir program yazmaktı. Bu programa image processing datalarımızı dahi eklemiştik! Programın sonunda verdiği ise orbit elemanlarıydı. Kocaman bir hesaplama programı yazmıştım kısacası.
Herkes bana ilk C'yi öğrenmek gerek, en temel dil o, falan demişti; ancak ben şans eseri öğrendiğim sıralamadan epey memnunum. Sanırım ilk C ile karşılaşsaydım snytax'ı içinde kaybolurdum. Python baktığınızda anlaması çok kolay bir dil. Nesne tabanlı diller hakkında henüz çok detaylı bilgim yok, temel kavramlarını biliyorum sadece, o nedenle Python'un nasıl çalıştığına dair burada pek bilgi veremeyeceğim şu anda, ancak görüldüğü üzere nasıl çalıştığını bilmeden sadece syntax'ını öğrenerek epey kod yazmışlığım var. İşin aslı klasik bir cümle olacak ama algoritma mantığını oturtmak. Bu gerçekten elinizle bir problem çözmeye kalkıştığınızda dahi işe yarayan bir mantık. Size adım adım ilerlemenizi öğütleyen bir mantık. O nedenle syntax'ı karışık olmayan bir dille bu mantığı oturtmak ardından ikinci bir programlama diline geçmek çok mantıklı geliyor bana. C'yi geçen sene kulüplerde verilen eğitimlerde görmeye başlayınca problem çekmeden ısınıvermiştim. Bu dönem ise aslında dilin bilgisayarla etkileşimini öğreniyorum temel olarak.

Merak edenlere Python'da yazdığım kodu atabilirim, biraz visual öğrendiğimde bu yazdığım kodun renkli ve hareket edenini yazmayı planlıyorum.
Python'u aşağıdaki linkten indirebilirsiniz,
Bir iki hoş eklentiden sonra da Pisti programımın exe.sini paylaşacağım.

Ha tabi nereden nereye geldik? Ama zaten hep böyle oluyor.
Giderayak bir parçacık fiziği yazısı linki vereyim. Hoşuma gittiğini belirmeliyim. Deneysel fizikçi olmak zor.

iyi çalışmalar.

2011-10-08

antik mısır sanatına dokunuş

Antik Mısır sanatının özelliklerine daha önce dikkat ettiniz mi?

Nebamun'un Bahçesi, M.Ö. 1400

Resimde tek bir perspektif olmadığının farkında mısınız? Tüm nesneler en bilindik perspektifleriyle resmedilmiş durumda. Çok açık bir şekilde amaç resmin güzel gözükmesi değil, görülenleri son ayrıntısına kadar kaydedebilmek. Çünkü Antik Mısır kültüründe ressamın görevi tam olarak buydu. Resimlerin bu özelliği binlerce yıl önceki canlı türlerinin tanınmasını kolaylaştırıyor. Bu sayede o dönemde bölgede hangi türlerin yaşadığı bilenebiliyor.

kök fonksiyonunun gizemi

Bu blog matematik yapmak için değil. Nitekim matematiği bilgisayar karşısında değil de elimde kalemi hissederek kağıt üzerinde yapmayı severim.

Bugün de boşluklardan biri doldu. Siz birbirinden farklı bir sürü kök alma fonksiyonu gördünüz mü? Eğer şu ana kadar sadece reel analiz yapmışsanız, tabii ki hayır. Ancak gerçek şu ki kare kök başta olmak üzere kök alma fonksiyonları kompleks dünyada diğer benzerleri içinden seçilmiş bir fonksiyon. Kendisi gibi birçok tanım mevcut.

Daha ilginci bu tanımları yapabilmek için kompleks düzleminizi kesmeniz yani birden fazla Riemann yüzeyi oluşturmanız lazım. Aksi takdirde bir fonksiyonun gerekliliği olan tek sonuca ulaşamazsınız. Bir bakarsınız elinizde iki nokta oluverir.

İşte iki saat boyunca kompleks bir fonksiyonun tanımını yapmaya uğraştık. Boşluk nasıl mı doldu?
Lisede kompleks sayılar dersinde kök ve üs alma kısımlarında hocalar ezbere konuşurlar. Üs ne kadar ise hangi dereceden kök alınacaksa o kadar sonuç olacaktır, 360'ı o sayıya bölün ve koordinat sistemine yerleştirin.
İşte bunun nedeni her bir sonucun farklı bir yaprakta beliriyor olması. Yani lise öğrencilerine her zamanki gibi temel açıklanmadan üst bilgi veriliyor. Bu ne kadar doğru, tartışılmalı.

(net görmek için resmin üzerine tıklayabilirsiniz)

2011-10-05

Magritte'e ilk bakış

Hasta oldum, sabah yataktan çıkamadım ve okula gidemedim. Ama düşünebiliyorum ve yatağa hapsolduğum bu anı yazarak geçirmek kadar keyifli bir uğraş yok.

Bu dönem sanat ve yorum dersi aldım. İlk senemde çok kişi önermişti dersi, öte yandan diğer disiplinlere oranla görsel sanatları yorumlama konusundaki cahilliğimi kapatmanın yeri gelmişti. Hiçbir zaman bir müzik eseriyle bir resim eseri gözümde aynı anlamı kazanamadı. Bunun nedeni çok basit bir şekilde müzik eserini ufak gayretlerle hissediyor ve anlayabiliyor olmam. Ancak aynı kapasite ne yazık ki resim konusunda gelişmiş değil. On üç yaşlarımda bir tuval sevdasına da tutulmuşum işin garibi. Evde hala saklanan iki manzara yağlı boya - akrilik boya kompozisyonlarım var, [bu ikisinin de başka resimlerden esinlenme olduğu gerçeğini kapamasa da] bir zamanlar resimle uğraştığımın kanıtı.

Kardeşimle ayrıldığımız noktalardan biri, resim. Çok anlamlı çizgileri vardır. Özellikle yüzden okunan duyguları resme yapıştırıverir. O ayrıca ilgileniyor, bu da görsel sanatlara eğilmesini sağlıyor. Ancak ona da söylediğim gibi, felsefesiz resmin genel itibariyle anlamsız olduğunu düşünüyorum. Bir kısmınız yazının bu kısmında ne saçmaladığımı sorabilir. Ancak aynı duygu dalgalanmalarını yazınsal edebiyat çerçevesinde ben de yaşadım. Onun yaşlarındayken sadece yazmak için yazardım. Nitekim o da sadece çizmek için çiziyor şu anda. Benim için durum bir rahatlama ve düşünme süreci yaşamaktı. Kendi iç dünyamda devrimsel bir şekilde yazarken kendimi sorguladığımı ve beynimin düşüncelerimi daha bir organize ettiğini fark ettim. Gerçekten yazmaya başladığımı düşündüğüm andan yaklaşık iki sene sonra gerilim öyküleri yazmayı bıraktım ve fantastik türden asıl türüme, bilimkurguya geçtim. Bunun nedeni bir gerilim öyküsünde korku unsurlarını kullanırken çok amaçsız bir şekilde yazdığımdı. Geçiş dönemlerinde felsefe okumaya başlamış olmam ve aslında bir birey olarak benden önceki insanlık mirasını alacağımı düşünmek beni bir amaçla yazmaya itti. Ben dalgayı oluşturan küçük parçacıklardan sadece biriyim, sen ve o gibi.

İşte bu dersle bir sanat yapıtına bakmayı algılayacağıma inanıyorum. Hatta başlamış olduğumu bile söyleyebilirim. Henüz dünyasına yeni adım atmış olduğum Rene Magritte şu an birkaç ressam içerisinde beni en çok etkileyen. Çünkü karmaşık çizmiyor, resimlerine baktığınızda gerçekten ne gördüğünüzü biliyorsunuz. Başlangıç açısından bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Magritte'in eserleri gözümü değil, beynimi yormaya yönelik; yani tam istediğim türden.

Wikipaintings sitesinde dört yüze yakın çalışması var. Şu ana kadar baktıklarımdan üç çalışması çok ilgimi çekti.


The Postcard (La Carte Postale) 
Magritte, 1960, Belçika, Sürrealizm

Posta Kartı çalışması Magritte ile tanıştığım resim. İlk gördüğümde elmanın adamın hayal gücünün ürünü olduğunu düşünmüştüm. Hatta belki sizin de düşüneceğiniz gibi elmaya dini bir sembol yüklemiştim. Belki aşık, belki kafasında birtakım sorular var, diye düşünedurmuştum. Ancak çalışma hakkında biraz okuyunca bu düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Çünkü biliyorum ki, Magritte eserlerine semboller yüklenmesine karşı ve akılda semboller uyandırsın diye de çizmiyor. Ayrıca düşündüğümün aksine adam gayet katı ve duygusuz duruyor. İnsanda yalnızlık hissi yaratıyor ve kimse cennetteki elmanın yeşil bir elma olacağını düşünmez.

İşin aslı resim yorumlamak kişiden kişiye değişebilir olsa da benim kafama en uyan yorum elmanın Newton'ı çağrıştırması. Bu senin ilgilerinden kaynaklanıyor diye düşünüyor olabilirsin, ancak öyle değil. Ben gerçekten Magritte'in bunu düşündüğünü düşünüyorum. Neden derseniz, Magritte'in amacı resimlerine de bakarsanız nesneleri her zaman gördüğümüzden farklı şekillerde resmetmek. Gerçek dünya dediğimiz bu yerde görmeye alıştığımız nesneleri farklı gösterip resmini anlamsızlaştırmaya çalışıyor (Suzi Gablik'ten Magritte) ve büyüleyici bir şekilde beyindeki bu anlamsızlaşma anının çok değerli olduğuna inanıyor. O nedenle de zaten sembollere karşı, çünkü biz gördüğümüz nesnelere içinde yetiştiğimiz kültürden dolayı sembolleri çok kolay yapıştırıyoruz. Hatta çoğu zaman resmin dış görünüşü incelemeyi bitirmeden acaba sembolü ne diye düşünmeye başlıyoruz. Kısacası yorumlama adımlarını ikişer üçer atlamaya çalışıyoruz.

Posta Kartı'ndaki elma beklenilenden büyük ve garip bir şekilde yer çekimine karşı çıkıyor. Havada süzülüyor. Akılcı olana karşı geliyor.


The Two Mysteries (later version of This is not a pipe (Ceci n'est pas une pipe))
Magritte, 1966, Belçika

Bu eser beni özellikle çok çekiyor, çünkü içinde önemli bir felsefi tartışma içeriyor. Şu anda söyleyecek çok fazla sözüm yok, çünkü hala düşünüyorum. Fakat açık bir şekilde bir nesne ile nesnenin çizimi arasındaki farkı ortaya koyuyor. Tuvaldeki bir pipo değil, garip bir şekle sahip bir nesne sadece, bu açıdan bakarsak da piponun sadece bir temsili. Ama biz bu yanlışı yapmaya çok alışığız, resimlerdeki nesneleri gerçek objelere benzetmeye ve işte bu da yine bir yorumlama alışkanlığı. Magritte bunu eleştiriyor. Michel Foucault'nun Two Pipes adlı deneme yazısı önerilir.

Golconda, Magritte, 1953, Belçika

Magritte bu tip adamları resimlerde epeyce kullanıyor: siyah takım elbise ve siyah şapka, hiçbir duygu belirtisi göstermeyen adamlar. Magritte bunları tam olarak neden kullanıyor bilmiyorum, ancak bu adamlar açık bir şekilde Fringe dizisindeki observer'lar, [Gablik de Magritte üzerine yazdığı kitabında Magritte'in bu adamları hakkında  the men to be the observers of the phenomena olarak bahsediyor]. Özellikle bu fotoğrafı koymamın sebebi adamların her yerde olduğunu göstermek. Fringe'te de benzer şekilde bu adamlar her yerde ve zaman çizgisinin olması gerektiği gibi gitmesini sağlıyorlar, yani her şeyi gözlüyorlar ve hiçbir şeye karışmıyorlar. En ufak bir duygu belirtisi göstermiyorlar ve ortalıkta dolaşıp duruyorlar. Zaten fikrimce kurgu da içlerinden birinin az da olsa bir duygu belirtisi göstermesi üzerine kurulu.

2011-09-25

debdebe

Oldukça bürokratik geçen bir haftadan sonra tekrar buradayım. Biraz parçalanmış, dökülmüş ve bezmiş halde olsam da hala yaşıyorum.

Çoğu liseli üniversiteye başlamadan önce kafasında çap/double hayalleriyle başlar. Bunu gözlemlerimden biliyorum. Demek istediğim o ki, yapmayın. Bu konularda hayal kurmayın. Zamanınızı boşa harcıyorsunuz. Hatta çoğu ilk sınıf öğrencisi de ortalama yüksek gidiyorsa kafasında çap hayalini kurar. Her şey mükemmeldir o hayalde. Dersler hiç problem olmadan programa oturur, [zamanları kafada belirlenen dersler!] kişi öyle bir ders izlencesi çıkartır ki gerçekten iki bölüm dört senede bitebilecek sanır. 

Özellikle de büyük bir okulda okuyorsanız [populasyon anlamında büyüklükten bahsediyorum], ders programlarıyla ilgili kafanızda en ufak bir şey kurmayın. Önce bırakın "gerçek" ders programları bir açıklansın. Bir görün bakın iki ayrı fakültenin ders programları nasıl çakışıyor ve sizin zorunlu dersinizi almanız için bin dereden su getirmeniz gerektiğini anlayın. Ders zamanlarını değiştirmeniz gerekecek, bu herkese uymayacak, herkese uyan bir program yapılmaya çalışılacak. Bu program bölüm başkanlıklarından onay alacak. Bir de tabii sonra üniversitenin genel ders seçme kurumuna yönlenecek.

Sonra siz buralarda uğraşırken işini yapmayan insanlarla karşılaşacaksınız, daha bir deli olacaksınız. Nasıl mı? Şöyle, iki bölüm okuyan bir öğrenci olarak okulda bürokratik işlemlerde önceliğim var. Bunun için kontenjanı dolmuş bir ders programıma uyuyorsa ve başka ihtimal yoksa derse kayıt olabiliyorum. Ama her nedense konuyla ilgilenen kişiler benden öncelikle ikinci ana dalımın danışmanından yazılı belge istiyorlar. Hoca neden böyle bir belge istediklerini sorgulasa da belgeyi imzalayıp veriyor. Ben bununla otomasyona gidiyorum ve ders kayıtlarıyla ilgilenen bayana yönlendiriliyorum. Bayan belgeye bakıyor ve kontenjan dolmuşsa bir şey yapamam diyor. Konuyla ilgili ilk tecrübem olduğu için üstelemiyorum. Bir sonraki gün bir daha gidiyorum. Bayanın üstündeki kişiyi bulup durumu ona anlatıyorum. Bana benim gönderdiğimi söyle diyor. Gidiyorum aynen söylüyorum, o tembel bayanımız tıpış tıpış kontenjanı dolmuş derse beni yerleştiriyor.

Ben diyorum, devlet üniversitelerini batıranlar memurlar. Ne idüğü belirsiz adamı devlet gelip üniversiteye sokarsa olacağı budur. Ne halimizden anlıyorlar ne doğru düzgün iş yapıyorlar. Ha kimi var, anlayışlı oluyor. Fakat bu durum üniversiteye yakışmayan insanların üniversitede çalıştığı gerçeğini değiştirmiyor.

Böyle birkaç stresli günden sonra sonunda kitaplarıma gömülebildim. Dönemin birkaç baş tacı kitabı var. Hepsinin resmini şu an için koyamıyorum. Ama aşağıdaki seçme sizin için. Siz de üniversitede üçüncü yarı yılınızı okuyorsanız, belki size de yardımcı olurlar.




2011-09-17

romana dalıp çıkmak

Feynman diyor ki,
"As you all appreciate, science creates a power through its knowledge, a power to do things: You are able to do things after you know something scientifically. But the science does not give instructions with this power as to how to do good against how to do evil. Let us put it a very simple way: There are no instructions along with the power, and the question of applying the science or not is essentially the problem of organizing the applications in a way that doesn't do too much harm and does as much good as possible. But, of course, sometimes people in science try to say it is not their responsibility, because the application is just the power to do; it is independent of what you do with it. But it certainly is in some sense true that to create for mankind the power to control this is good, probably, in spite of the difficulties that he has in trying to figure out how to control the power to do himself good rather than evil."
İşte bu güç ve gücün kuralsızlığı beni cezbediyor, yazılarıma yön veriyor. Sıradaki pasaj şu sıralar üzerinde çalıştığım romandan geliyor. İyi okumalar.


Her şey ‘dolanık’ olduğumu anlamalarıyla başladı…

1.

“ateş kırmızısı duvarlar, turuncu perdeler, tahta rengi ve ciddiyet kokan köşeli mobilyalar ve loş bir ışık…”

İkna edici renkler kullanıyorlar, demiştim. Ve loş ışık – muhakkak ki onlara açılmamı istiyorlar.– 2009 Nisan, “Oda Planlaması İnsan Psikolojisini Nasıl Etkiler?”1 adlı bir çalışma ilk defa bunu ortaya koymuştu; demiştim kendi kendime, parlak ve karşıt renklerle bezenmiş odaya girerken, kanımdaki adrenalinle.
Hiç tereddüt etmemişlerdi:

“ – Siz bir ‘dolanık’sınız.”
“ – Evet.”

Kare kare canlanıyor aklımda şimdi o anlar… Bir süreklilik yok, olamaz; çünkü doğa da süreksiz değil midir? Böyle demişti, Max Planck: “Natura facit”.
Devam etmeme izin vermediler. Seslerindeki kararlı ve ikna edici renk ahengini görmüştüm…  Siyah fona atılmış sarı fırça darbeleri…

“ – Ne yapmamız gerektiğini biliyorsunuz. Bunu zorla yapmak yasalara aykırı; ancak…”

Siyaha boyanmış buz kütleleri geçti gözlerimin önünden.

“ – …bildiğiniz üzere hocam,-
-Benden, ‘İnsan Enerjisi Projesi’nde çalışmamı istiyorsunuz.”

Ses tonu iknânın sarılığından, şaşkınlığın pembeliğine kayan kadın, önüne düşen kafasını kaldırdı ve tehlike kokan gözlerle, gözlerime baktı. Kulağımı çınlatan sessizlikte tükürüğünü yutmaya çalıştı ve gözlerini kırpıştırarak onayımı bekleyen bir ifade ile…

“ – Böyle bir şey mi?.. Yani, dolanık olmak, demek istiyorum.”

Parçacıklarına susmalarını söyledim. Bir anda yüzünü buruşturdu ve…

“ – Hocam, kusuruma bakmayın; ama susmam gerektiğini hissediyorum.”
“ – İşte, böyle bir şey…”

2011-09-08

değişmesini beklemeyin, siz değiştirin!

itü'ye ilk geldiğim sıralar itü'nün yapısına alışmaya çalışıyordum. Aslında çalışmıyordum. Yapısına alışmaya direniyordum. İyi ki de yapmışım. Küçüklükten yanlışı gördüğü anda söyleyen bir karakter olarak yetiştirildim. Kafama yatmayan bir durum gördüm mü beni rahatsız etmeye başlar.

Beş yılınızı geçirdiğiniz ve sistemini tanıdığınız, elinizden geldiğince değişiklikler yaptığınız bir okuldan çıkıp hiç tanımadığınız bir okula geliyorsunuz. Elime bu yadırgamayı yaşamayacağım bir fırsat da verilmişti üstelik; lisemin üniversitesine devam edebilirdim. Vakfı tanıyorum, hocaların adlarının geçtiği sohbetlerde bulunmuşum falan filan, hatta birçok hocayla da tanışmışım! Hayır farklı yerleri denemeliyim, alışık olmadığım ortamlara adapte olup olamayacağımı test etmeliyim, dedim ve itü hayatıma böyle girdi. Bu okula bu bilinçle gelmeme karşın çok zor anlar yaşadım.

2010 güzüydü. Işık Okulları Taksim İstiklal'de Cumhuriyet Bayramı anısına yürüyüş düzenledi. Bundan haberi olan ben de elbette ön sıralarda yerimi aldım, elimde bayrak. O gün orada görüş açımı bir anda olması gerektiği yere çeviren önemli bir anı kaydettim. Lisemin eski hocalarından Ergun Hoca'yla konuşurken itü'den memnuniyetsizliğimi dile getirdiğimde hocam bana kendim hakkımda o sırada hiçe saydığım önemli bir özelliğimi hatırlattı. Dedi ki, Ceren itü seni değiştirmesin, sen itü'yü değiştir.

Sanırım her hoca onun gibi olabilmelidir; çünkü bu söz bana o anın üzerinden aylar geçse de hala destek oluyor, ben kendimi itü'nün telaşlı kalabalığı içinde kaybettikçe kendimi bana hatırlatıyor. Ondan sonra kaçmaktan vazgeçtim. Başka bir üniversiteye, hayatımı üzerine kurduğum bölüme, yurt dışına ve daha nicesine kaçmaktan vazgeçtim. Bu süre içerisine tek eksikliğin itü'de olmadığını, itü'de olduğu kadar diğer üniversitelerin de problemli olduklarını fark ettim. Bu bir avantaj-dezavantaj meselesiydi. Üniversitelere artı ve eksileriyle bir şekilde birbirlerini dengeliyordu.

İnsan soğukkanlılığını koruyunca daha aklı selimle düşünüyor. Ben de geleceğim hakkında ettiğim telaşları bir kenara bırakıp itü'nün etinden sütünden nasıl faydalanırım, bir yandan da nasıl gözümde gördüğüm eksileri düzeltmeye çalışabilirim diye düşünmeye başladım. itü'ye ısınma süreci böyle başladı.

Neden tüm bunları anlatıyorum? Dün başımdan bir olay geçti. İşin iç yüzünü bilmediğimde beni üzen ama neler olup bittiğini anladığımda beni ilginç bir şekilde mutlu hissettiren bir olay.
itü çap yönetmeliğinde bazı üzerinde düşünülmesi gereken kurallar var. Bunlardan biri, başvuru yapabilmek için sınıfının yüzde yirmisi içinde olma zorunluluğu. Benim sınıfım 7 kişiden oluşuyor; çünkü hazırlığı geçebilen EHB'ciler sadece bu kadardı. Doğal olarak sınıfımın yüzde yirmisi içinde olabilmek için en kötü ihtimalle 1,4. olmam gerekiyor. Şimdi bunun nasıl bir problem olduğunu daha detaylı açacağım.

Aynı şekilde dün çap sonuçları açıklandı. Sonucu zaten bekliyordum. Daha farklı olabilmesinin imkanı yoktu. Çünkü okuldaki en yüksek ortalamaya sahiptim, ilk senemde aldığım kredi sayısı 45'i geçikti. Neden problem olsun ki? Nitekim sonuçlar açıklandı ve kazanmıştım. [Bu sonucu görmenin benim için ayrı bir önemi vardı. Ne yazık ki insanların bunu anlayabilmesi için bir sene içinde ne gibi düşünceler içinden geçtiğimi, ne gibi fırtınalara tutulduğumu ve daha nicesi beni etkileyen olaylar ve durumlar zincirini bilmesi gerekir. Ama siz sinekler hiç merak etmeyin, soktuğunuz yerlerde oluşturduğunuz yaralar çoktan kapandı ve ne yazık ki canımı acıtamıyorsunuz, artık.]
Garip sevincim çok fazla sürmedi. Hemen ardından rektörle görüştüğümde bana çap değerlendirme sürecinde çap'ımda bir problem çıktığını ve bu konuyla ilgili ona danıştıklarını söyledi. Ne olabilirdi ki? Başvurumda ne yanlıştı? Komisyon ne konuda başarısız bulabilirdi ki beni sadece transkriptime bakarak?!

Sonradan konuştuğumuzda ortaya çıktı ki, değerlendiren komisyon bu kurallardan birine takılmıştı. Sınıfımdaki bir arkadaşımla notlarımızın aynı olmasına rağmen kendisi benden daha fazla ders alıp aynı sürede daha fazla kredi topladığı için ben ikinci olarak gözüküyordum. Bu durumda ben sınıfımın yüzde yirmisinde değildim. Ne olacaktı? Beni kabul edecekler miydi?

Bunu böyle düşünmek yeterince salakça. Lafı uzatmadan devam edersek, rektör kendisine sorulduğunda böyle bir durumun söz konusu bile olamayacağını ve kuralın anlamsızlığını komisyona bildirmişti. Tabii bu durum gelip beni buldu. Şanssız mıyım? Aslında hayır. Çünkü her ne kadar sürecin bazı aşamaları üzücü olabilse de, benim yaşadığım bu durumdan dolayı çap yönetmeliğinin anlamsızlığı ortaya çıktı. Hocanın bana bildirdiğine göre yaşadıkları bu olay komisyonun ufkunu açmış durumdaymış; sınıfın bilmem kaçında olması gerektiği gibi bir kural bundan sonra yönetmelikte olmayacağı gibi, sanırım itü çift ana dal imkanını not ortalaması dışına çıkartacak. İkinci bir dalı da kaldırabileceğini düşünen her öğrenci istediği alandan çap isteyebilecek ve başarılı olduğu müddetçe çift ana dalına dokunulmayacak.

Bunlar sayılarla değerlendirmeye alışmış ülkemiz için önemli adımlar. Çap bu işin sadece bir kısmı. Bölümler arası geçişlerin kolaylaştırılması belki de çaptan daha önemli.

Uzun lafın kısası, ben şu anda Olympos'ta bütün yaz çalıştığım tatilin keyfini çıkartıyorum. Yaşadığım bazı olaylardan dolayı canım sıkkın değil, aksine itü'yü değiştirebildiğimi gördükçe seviniyorum. Nereye gidersem gideyim, bu böyle olacaktı. Nereye gidersem gideyim gözlerim eksikleri görecek ve üzerine gidecekti. Sözüm bu anlattıklarımı itü'yü yermede kullananlara. Sizin okullarınız da pek farklı değil.

Birileri problemlerin okul bazlı değil de eğitim teorisi ve sistemi bazlı olduğunu anladığında yaşadığımız bu yer değişecek. O zamana kadar değişen siz olur musunuz bilmem ama, değişmeyen ve değiştirenlerden biri ben olacağım.

herkese bol sorulu vakitler

2011-09-06

roman arkası empoze çalışmalar

Uydurmayı seviyorum. Yanlış anlamayın. Uydurmak sözcüğü ilginç bir şekilde içinizde uyandırdığı duyguyu hak eden bir sözcük değil. Çünkü uyum'dan daha da aşağı inersek uy-mak'tan geliyor. Yani?

Elinizde bir sisteminiz olduğunu düşünürseniz, sisteminize uygun hale ya da başka bir deyişle entegre edilebilir hale getirmeye çalıştığınız şeyleri bir anlamda uydurmuş oluyorsunuz. Sisteminize uydurma yaptınız. İşte bu yüzden uydurmayı seviyorum. Çünkü ben sistem yaratmayı seviyorum. Ve yaratmayı sevdiğim kadar yıkmayı da.

Kendimi hatırladığım her an uydururdum.

2011-09-05

CERNLand

Son zamanlarda bir projeden dolayı cyclotron ve synchrotron sistemlerini araştırıyordum. Parçacıklar nasıl hızlandırılıyorlar, enerji kaybının ışıma olarak ortaya çıkışı, bükülmüş magnetler, momentum ve enerji hesapları vs.  

CERN'in sitesini karıştırırken çok tatlı bir siteye rast geldim: cernland.
CernLand çocuklar için hazırlanmış bir site. Cern'i kısa pasajlarla ve şirin görsellerle tanıtıyorlar. Cern'le ilgili basit düzeyde oyunlar içeriyor. Çikolatalarla enerji toplayıp, enerjinizi sömürecek canavarlara değmemeye çalışıyorsunuz ki LHC turunu tamamlayabilesiniz.
Mikroçocukla proton, elektron ve nötronları uzayda toplamaya çalışıyorsunuz.
Ya da isterseniz videolar izleyebiliyorsunuz.

Ne yazık ki Türkçe seçeneği yok. Keşke olsaydı; ama siz yine de küçüklerinize önerin. Onlar bir yolunu bulup çözerler.

2011-08-31

onçarpıon

Art arda çok eğlencelik gezi yazıları oldu, lakin madem bu etkinliği ağustos ayında yaptım; ay bitmeden paylaşalım.

İstanbul'da yaşıyorsunuz, çok deli çalıştınız, kafa dağıtmanız lazım. Öte yandan bir yaptığınızı da bir daha yapma huyunuz yok. İlla ki değişiklik! İlla ki yaratıcı bir aktivite uydurmalısınız!


O zaman bunu deneyin, 10x10.


onçarpıon ne demek? Size en yakın durağa gidiyorsunuz. İlk rastladığınız otobüse biniyorsunuz. Onuncu durağında iniyorsunuz, indiğiniz gibi arkadan gelen otobüse biniyorsunuz; onuncu durağında iniyorsunuz. ...derken 10. otobüsün 10. durağında iniyorsunuz. Ve neredesiniz?
Tahmin bile edemeyeceğiniz yerlerde olabilirsiniz.

İstanbul'un ne kadar büyük olduğunu gösteren bu etkinlik her delinin yapması gereken bir gezidir. Otobüslerde İstanbul'u geziyorsunuz. Gündüz yapılması önerilir, şayet gece yaptığımızdan sonunda eve dönmesi epey güç oldu.
Diğer kurallarını siz belirleyebilirsiniz. Eğer bindiğinizde otobüs 10 duraktan önce son durağa geliyorsa, orada inip devam ediyorsunuz. Çok otobüslü bir ortama geldiniz, ilk hareket edene atlıyorsunuz.

Aylığı olanlar için problem yok; olmayanlar için de zamlı ücretler üzerinden en az 5 lira ödüyorsunuz. Ne zaman ve nereye gittiğinize göre de bu ücret biraz yükselebilir.

Son olarak ben ne yaptım?
Beşiktaş'ta başlayan yolculuğum Ümraniye Devlet Hastanesi'nin önünde sona erdi.

2011-08-28

8 saatlik yürüyüş yolculuğu

Dün gece daha önce hiç yapmadığım ama hep yapmak istediğim bir şeyi yaptım. Sarıyer'den Beşiktaş'a yürüdüm.

Nedenlerden biri gelenekseldi. Dedem sonra da babam kendi zamanlarında Sarıyer'den Samatya'ya yürümüştü. Ben de madem siz yürüdünüz, ben de yürürüm, deyip bunu kafama koymuştum. Diğer taraftan ve daha önemlisi bu aktivite İstanbul'un en güzel kısımlarından biri olan sahil şeridini taşıt ile değil de yavaş yavaş ve göre göre gezebilmemizi sağladı.

Yorucuydu. Kabul. Saat 8 civarı Sarıyer'den Büyükdere'ye yürüyüp önce akşam yemeğimizi yedik. Ardından asıl kısım başladı. Sanıyorum Köybaşı Caddesi'nde önce gayet tenha ve birkaç kişinin balık tuttuğu bir yerde bir seyyar satıcıya rastladık. İki çay, bir kağıt helva, fıstık ile biraz dinlendik. Sonra ver elini İstinye. Daha önce İstinye'yi gezmemiştim. Sahile kurulmuş (Mado) kafeyi görünce, bir dondurma yiyelim, dedik. Oraya oturduğumuzda saat 10'u geçiyordu. Çok geç kalmadan tekrar koyulduk yürümeye.
Köprüleri saydık. Boğaziçi köprüsünün FSM'ye göre daha kontrollü bir ışıklandırması olduğunu fark ettik. Yeniköy civarlarında sahili kaplayan yalılar ve yolları kaplayan park etmiş araçlar sağ olsun, hafif yoldan yürümek zorunda kaldık.
Hisarın önünden geçtik, o sırada cadde kenarındaki birkaç bar da coşmuştu. Cayıp otobüse binsek mi dedik. Oturduk, dinlendik. Saat 2 civarında Bebek'teydik. İnsanlar süslenmiş daha yeni dışarı çıkıyor havası veriyorlardı.
Hep 2. köprünün yolunu gözledik. Çünkü biliyorduk ki köprüyü geçince Ortaköy geliyordu. Sonra da Beşiktaş. Ama o köprü bir türlü gelmedi. İnsan sohbete dalınca ayaklarının sızısını unutuyor.

Kuruçeşme Arena'nın önü deliler gibi kalabalıktı. İlerlemeye devam ettik. Kah dinlendik kah ilerledik derken Beşiktaş'a ulaştık, hem de saat 03.45'te.

Bir zamandan sonra denize bakmaz olduk. Tam yerini bilmiyorum; fakat bu seyyar satıcıya rastladığımız yere gelmeden nasıl bir yerden geçtiysek ortalık minik fare kaynıyordu. Bildiğiniz cadde yanındaki kaldırımlarda koşturuyorlardı. Kayalıkların üzerinde sekiyorlardı. Hatta burada hayatımın ilk zıplayan faresini gördüm. Bir karış kadar yatay olarak yer çekimini yendi ve aşağı inip koşmaya başladı. Çünkü korkmuştu.

Emin FSM'nin ışıklarını yakından fotoğrafa almak istiyordu; fakat yanına geldiğimizde garip bir şekilde ışıkları söndü. Yeniköy taraflarında çok tatlı ışıklı bir ağaç gördük. Çoğu dalına lamba asmışlardı.
Bu arada gömlek satan Vakko'nun çikolata işine de girdiğini öğrendik ve bununla ilgili epey(!) doğaçlama yaptık.
Sanela diye bir yerin etrafındaki denizi görsel olarak temizlemesine karşın, oraya ulaşmadan hemen önce denizin üzerinde yüzen pisliklerin olduğunu fark ettik. Ee dedim mikroplar? Emin de, göz görmeyince gönül katlanır, dedi.

Bir ara yorgunluktan epey güldüğümüzü hatırlıyorum.
Sonuçta, yaklaşık 20 km yürüdüm.

2011-08-27

soyulmuş bir beyaz cüce

Burs başvuruları benim gibi bir insan için tam bir kabus. Özellikle de planımı yapmış ve zamanları beklerken KYK'nın ara sınıflar için başvuruları ağustosun başında kapatmış olduğu gerçeğini öğrendiğim zaman daha da zorlaştı. Buradan en azından harç kredisi almayı bekliyordum, çünkü harcım  700 küsür lira.
Evet, YÖK geçen dönem ingilizce bölümleri türkçe bölümlere göre iki katı ücrete çıkardı. EHB'de yüzde 30 ingilizceyle bölüm okuyan arkadaşlar 350 civarı bir ücret verirken, ben 700. Özel okul ücretlerine yaklaşıyoruz.

Ortadaki mavi rengiyle gösterilmiş RF dalgaları yayan pulsar temsili, etrafında dönen kristal olduğu düşünülen gezegen temsili ve şu kenarına sarıyla kontor atılmış gibi duran da bizim güneşimizin temsili, uzaklığı algılayabilmek adına bu şekilde çizilmiş

Böyle kendime burs bulmaya çabalarken, bir baktım bir grup astronom gezegen keşfetmiş. Sıradan bir gezegen de değil, elmastan oluştuğu düşünülen bir gezegen!
Dikkatimi daha da odaklayan diğer bilgi, ekipteki bir kişinin Almanya'dan bir radyoastronom olması. Evet, son zamanlarda gözde uğraşlarımdan biri, radyoastronomi.
Gelelim gezegene, kendisinin bir pulsar etrafında döndüğü biliniyor. Nitekim gezegen de pulsardan yola çıkılarak bulunmuş. Pulsarın gönderdiği sinyallerden yörüngesindeki bir cismin çekimine maruz kaldığı anlaşılmış. Zaten gezegenle de ilgili birçok bilgi (gezegen-pulsar arası uzaklık, orbit süresi, tahmini yarıçapı gibi) buradan elde edilmiş.

Gezegenin daha önceden büyük bir yıldız olarak pulsara bir kısım materyalini kaptırdığını ve geriye kalanın şu andaki hali olduğu söyleniyor. Kütlesinin yaklaşık olarak %99.9'unu ve dıştaki tüm katmanlarını yitirmiş. Bu nedenle onu soyulmuş bir beyaz cüce diyerek de tarif etmişler! Kalan parçalar yani şu anda bizim algılayabildiğimiz gezegenin kendisinin çoğunlukla karbon ve oksijenden oluştuğu bildiriliyor. Hidrojen ve helyumun yokluğu zaten gezegenin hafifliğini üzerinden alıyor; ve geriye oldukça yoğun bir kütle kalıyor. Bu yüzden de şu anda kristal yapısında olabileceğini söylüyorlar. Yani, koca bir elmas olabilir!

Bu arada ben de pulsarlara meraklıyım. Bu hikayemizdeki pulsar 5.7 milisaniye'lik bir dönme periyotuna sahip.  Her 5.7 ms'de etrafına bir sinyal yayıyor. Pulsar nedir diyenler için, dönüşünden dolayı radyo sinyalleri yayan astronomik yapılar. Dünya'daki büyük antenlerle dinlenebiliyorlar ki bu da radyoastronominin konusu oluyor.

İşte birkaç detaylı kaynak:

not. resmini gördüğünüz çanak anten de 64 m çapına sahip. çok hoş değil mi?

2011-08-21

NTVBLM'i hatırlamak

NTVBLM, özellikle Bilim Teknik'in Darwin skandalından sonra düzenli olarak aldığım bir popüler bilim dergisi olmuştu. Okudukça kendini daha da okutturdu.

Bu dergiyle daha alakalı oldukça onu daha yakından tanıma fırsatı da buldum. Aktif bir ekibi vardı. Dergi eleştirileri kabul etme, objektif bir şekilde bu eleştirileri yayınlama ve kendi kendini okuyucu isteğine göre düzeltme özelliklerine sahipti. Kısacası, yenilikçi bir dergiydi.

Lisedeyken yaptığım çok basit bir deneyi birkaç tarihi bilgiyle birleştirip popüler bir yazı oluşturdum ve NTVBLM'e gönderdim. Kabul gördü ve Ekim sayısında basıldı. Bu deneyin düzeneğini şu anda iyileştirmeye çalışıyorum.

Lisansa başlayınca?

Üniversite ortamını tanıyın. Üniversite sadece derslerin olduğu bir okul değildir. Üniversite sizin kültür bilginizi arttıran, farklı çalışma ortamları sunan ve bazen daha sosyal olmanızı sağlayan bir yerdir. Geldiğiniz gibi bir arkadaş ortamınız oluşmayabilir; hatta arkadaş ortamını umursamayabilirsiniz. Fakat umursamayan arkadaşlara şöyle bir öneri; hem birlikte çalıştığınız hem de birlikte eğlendiğiniz bir grubunuz olabilir. Bunu edinmek tamamen size bağlı.
Örneğin bir öğrenci projesi oluşturur ve ilgili kişileri toplarsınız. Eğer proje sizin için önemliyse, bu projede çalışan herkesle daha fazla vakit geçirdiğiniz anlamına gelir. Dolayısıyla siz isteyin istemeyin işte bir ortamınız var artık.

Daha dersleriniz başlamadan üniversitenizin kulüplerini gözden geçirin, web sitelerine girin, araştırın ne yapıyorlarmış?
Sorumlu kişilerini mail bombardımanına tutun. Birkaçından cevap elbet gelecektir. Daha dersler başlamadan aktif olmanızı sağlayacak bir harekettir bu. Nerede işinize yarayacak?
Okula geldiğiniz ilk gün birçok kişiden daha bilgili olacaksınız. Eğer iyi kontak kurmuşsanız size daha ilk günden tiyolar vermeye başlayan seniorlarla birlikte olacaksınız. Üniversitenin kulüp kaynakları hakkında epey bilgilenmiş olarak da hayallerini buna göre şekillendireceksiniz. Yan flüt çalmayı mı öğrenmek istiyorsunuz? Evet size öğretecek birileri var, ya da yok o zaman bu istek için bu sınırlar içinde fazla zaman kaybetme.

Büyük üniversitelere gidenler için, ders almak zor bir uğraş haline gelebilir. Dikkat bu noktada senior'lardan bilgi almak çok önemlidir. Ders alma sistemini ders alma sürecinden önce öğrenmeniz ilk dönem epey yararınıza olacaktır. Kütüphaneden nasıl yararlanacağınızı kartınızı aldığınız gibi gidip uygulayarak öğrenin, [itülüler o kütüphane sizin için 24 saat açık olacak, bir noktadan sonra bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlayacaksınız.]
Kampüsünüzdeki yemek ortamlarını bilin, [ben bu konuda eksiktim, arkadaşlarla takılarak öğrendim].

Belki de en önemlilerinden biri, istekli ve aktif biriyseniz rektörünüzden randevu alıp onunla görüşün. Nasıl biri olduğunu anlamaya çalışın ve bu okulu tercih ettiğinizi söyleyip büyük planlarınızdan bahsedin. Bölümüzün hocalarıyla tanışın. Fakültenizdeki ve ilgilendiğiniz fakültelerin laboratuvarlarından haberdar olun.
Bu laboratuvarlarda çalışan arkadaşlar edinin. Çoğunlukla 3. ya da 4. sınıf olacaklardır. Bir üniversitede size en çok yardımcı olabilecek insanlardır bunlar.

Kampüsünüz bunun için uygunsa mutlaka bisikletinizi kampüse getirin. Harika bir ulaşım aracı olabilir.
Derslerinizi özenle seçin. Dört yıllık lisans hayatınızın ana bir programını oluşturun kafanızda. Elbette doğaçlama bölgeler bırakın kendinize; fakat program dağılmanızı engeller.
Dersinizin hocalarını araştırın, nerelerde okumuşlar, ne araştırmalar yapmışlar?

Siz siz olun, eğer gerçekten öğrenmek istiyorsanız ders kitabı kullanın. Bu ders kitaplarının sadece ulusal çıkışlı değil uluslar arası geçerliliği olan kitaplar olmasına da dikkat edin. Sınavlar için çalışmayın, öğrenmek için çalışın.

İlk sene temel edinme senesidir. Yapıyı sağlam kurun.
Zamanınızı iyi değerlendirin, stratejik davranın.

2011-08-18

Müzik Dokunuşları

Arada sırada evin önüne gelip akordiyon çalan bir adam var. Her gelişinde hemen hemen aynı şeyleri çalsa da, adamın yaptığı müzik hoşuma gidiyor. Bir şekilde o melodi süzülüp kulağıma geldiği anda heyecanlanıyorum.

Neden bilmiyorum akordiyonun kişiliği bana yakın geliyor. Benzer şekilde flüt için de aynısını söyleyebilirim; fakat flüdün neden beni etkilediğini biliyorum. Bu kadar yıl onunla yatıp uyandığımdan birbirimizi tanıyoruz. 

İyi bir çalgıcının enstrümanının karakterini yansıttığını anlayabilirsiniz. Hatta bir enstrüman seçerken bunlar dikkate dahi alınabilir. Ben flüdü 12-13 yaşlarımda dinlediğim konçertolardan keşfetmiştim. Ne aileden ne de çevremden gelen bir müzik kültürüm vardı. Dolayısıyla müzik hakkında da hiç okumamıştım; fakat dinlemeyi severdim ve flüt kendini hemen belli ederdi bana. Flüt sevdam böyle başladı ve onu daha yakından tanıma fırsatı da buldum. Daha sonralar da müzik hakkında okumaya da başlayınca aslında flüdün karakteriyle ne kadar uyum içinde olduğumu gördüm.

Beni etkileyen flüt parçalarından biri, Rhene Baton'dan Passacaille

Aşırılıkları yaşayan bir enstrüman flüt. Flüt çalan birinin bunları okuyup öğrenmesine de gerek yok; enstrümanıyla bütünleşip çalabilen biri bunu gayet iyi anlayabilir. Tatlı dokunuşları olan ama kızmak istediğinde cıyak cıyak bağırabilen bir karakter o. Sonuna kadar neşe iletirken size, aynı zamanda üzüntüye boğabilir anzısın. İki uç arasındaki bu değişimin ne zaman olduğunu anlamayabilirsiniz. Ben de böyleyim.


Öte yandan akordiyon çalmadığımdan beni neden etkilediğini kestiremiyorum; fakat akordiyonun neşeli yapısının ilgimi çektiğinin farkındayım. Bir tempo aşılıyor size ve garip bir hareket etme isteği doğurabiliyor. Bir diğer nokta da sanıyorum bir notayı uzatabilme ölçütü. Flütte bir notayı nefesin yettiği ve içinden geldiğince uzatabilirsin. Tek bir üflemeye birçok duygu yükleyebilirsin. Sesi titreştirir, ansızın yükseltir ya da alçaltır, başka bir notayla birlikte triller, hatta oktav bile atlayabilirsin. Tek bir notayla bile insanları etkileyebilirsin, sadece diyafram kullanarak.
Sanıyorum benzer bir harekete akordiyon da sahip. Bir notayı istediğin kadar ve elin becerisine bağlı olarak uzatabilir, yayabilir ya da anlık geçebiliyorsun. Akordiyon merakı başlayanların Tiersen dinlemesini öneriyorum. [Bir de üzerine Amelie'yi izleyin!]


Amelie filminden perde arkası

Bu akordiyon merakımın da biraz payı olmak üzere gruba bir akordiyoncu katmak istiyorum. Parçalarımıza farklı bir tat katacağına inanıyorum akordiyonun. Yuvarlağın Köşeleri henüz minik bir bebek. Yeni Türkü, Ezgi'nin Günlüğü gibi eskilerin gruplarından çalmayı seviyoruz. Henüz tek bir stüdyo kaydımız var, o da Yağmurun Elleri.

Yağmurun Elleri composed by Yeni Türkü, performed by Yuvarlağın Köşeleri [violin Ümit Yıldız, guitar & mainvocal İshak Morçimen, Piano Tutku Demiröz, Flute & backvocal Ceren B. Dağ]

Grup işleri lisansımın ikinci döneminde hayatıma girdi. Yuvarlağın Köşeleri'nin flüde tekrar sarılmamda verdiği katkıyı anlatamam. Tüm heyecanımı yitirmişken flüdümle nasıl bir diyalog içine girdiğimi hatırlattılar bana, onu nasıl coşturduğumu hatırlattılar. Batı klasik müziğine dönmem gerektiğini gösterdiler.

Müzik açısından zor bir dönem geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Lise son sınıfta sınav derdinin yanı sıra bir de flüt sınav derdim oluşmuştu. Flüt sınavlarına bu şekilde bakmazdım; fakat o yıl direkt buna odaklanınca garip bir isteksizlik oluştu içimde. Mayıs ayında sınavımı verdiğim gibi flüdü elimden düşürdüm.
Yazın tekrar elime aldım ve düzenli bir şekilde çalışmaya başladım. Bu arada aldığım dersleri bırakmıştım. Bu düzenlilik kendini fazla götürmedi ve ben lisansım başlayıp problemlerim çoğalınca her şeyden soğumaya başladım. Flüdü de elime almaz oldum.
Garip bir vicdan azabı hissediyordum ki, Ümit çıkageldi, bizimle çalsana dedi. Bunun beni itmesi gerektiğini düşünerek ara tatilde eski hocamla görüşüp kendime bir iki ders ayarladım. Beni tekrar sevdirecek, heyecanlandıracak bir parçaya ihtiyacım var dedim. O da gerçekten o sırada tekrar severek çalıştığım bu parçayı koydu önüme: Vocalise, Rachmaninoff.

Vocalise composed by Rachmaninoff

Ardından grupla çalma işleri başladı. Üç kişiydik. Keman, gitar, flüt. Gruptaki herkes gruba biraz hareket katmak istiyordu. Bu nedenle itüvision yarışmasına katılma gereği duyuldu. Yarışma nedeniyle bir kişi daha katıldı, Tutku, piyanistimiz. Yuvarlağın Köşeleri resmi olarak bu dönemde dört kişiyle kuruldu. Yarışmadaki başarı bize heyecan kattı. Sonra bir iki yerde çıkıp çaldık yine. Grup var olmaya devam ediyor.

İTÜ'deki tüm şikayetlerim ve alışma dönemim içinde beni bulunduğum ortama ısındıran aktivitelerden biri oldu, Yuvarlağın Köşeleri ile çalmak. Umuyorum yakında sokaklarda kendimizi göstereceğiz ve sokak müziği yapacağız.

Yazıyı büyüleyici bir parçayla kapayalım,

Fantasie, Op. 124 by Saint Saens (flute and harpe)

2011-08-17

Fermat'nın anısına

Google'a girdim ve bir baktım logoda tanıdık bir şeyler var. Birkaç saniye sonra Pierre de Fermat karşımdaydı. Sanıyorum Google kendisinin doğum gününü kutluyor. Her neyse benim odaklanmak istediğim, madem günü Fermat ile açtım, o zaman bir zamanlar taktığım bu insanla ilgili bir iki şey karalayayım istedim.

Fermat'nın aslında birçok alana katkısı var. Hayatının en dikkat çekici özelliklerinden birinin aslında profesyonel bir matematikçi olmamasıdır. Kendisi amatör olarak matematikle ilgilenmiştir; ama muhteşem katkılarda bulunmuş biridir. 21.yy'da kendi adıyla anılan teoremin çözülebilmesi için matematiksel toollar keşfedilmesi gerekmiştir. Halbuki o sayfasının kenarına not düşmüştür, "İspatını yaptım; fakat burada yer yok, o nedenle buraya yazamıyorum."
Zaten olayı efsaneleştiren de bu sözleri. Ardından (sanıyorum 350 civarı) yüzlerce yıl çok çeşitli matematikçiler bu teoremin ispatı üzerine çalışmış. Eğer Fermat gerçekten teoremin kanıtını yaptıysa, ironik bir şekilde o ispar şu anda yapılmış ispat değil. Çünkü teorem modern matematiğin gelişmesiyle çözülmüştür. Zaten o nedenle Fermat'nın gerçekten kanıtı yaptığına inanmayan kişiler de mevcuttur.

Beni konuya bağlayan kitap, Simon Singh'ın Fermat'nın Son Teoremi adlı kitabıydı. Fermat'dan itibaren problemin çözülebilmesine kadar olan süreçte problemi çözmede yardımcı olabilecek tüm matematiksel teknoloji gelişimini anlatıyor kitap. Zaten sonunda kanıtın da birkaç yüz sayfa olması ne kadar geniş çaplı bir araştırma olduğunu gösteriyor. Matematikle oynamanın yanı sıra matematik kültürü edinmeyi de seven biri için şiddetle öneririm.
Tabii teoremi kanıtlayan kişi kim mi? Andrew Wiles.

Onu da kendi ağzından dinleyin.
Bu belgeselin tamamını merak ediyorsanız, BBC Horizon belgesel dizisinden biraz önce bahsettiğim kitabın belgeselidir.

İnteraktif Roman Çalışmaları: kurgunun türkiyesi

Güzel. Girdiğiniz bu dünya yaklaşık olarak 2070-2080'ler.
Yer, Türkiye. Şehir derseniz, bütün şehirler kullanım dahilinde. Her şehir belirli bir refah seviyesine çıkartılmış durumda; çünkü her şehrin başkent olduğu bir alan var.

Örneğin, sevgili kalabalık İstanbul'umuz bugünkü gibi t'aşmış bir yer değil. İstanbul tam bir sanat ve kültür başkenti. 2020'lerde Türkiye PTE'yi (Proje Tabanlı Eğitim Sistemi ya da diğer bir adıyla ARGETE, Arge Tabanlı Eğitim Sistemi) uygulamaya başladıktan sonra yaratıcılıkları yozlaştırılmış değil, arttırılmış jenerasyonlara imza atıyor. Bu dönemlerde bu yaratıcı beyinleri yetiştiren ve dönemin akademik çalışmalarını yapan hocalarımız Türkiye'yi başka bir dönüşümün daha eşiğine getiriyorlar, bin bir zorlukla elbet.

Belirli bir ekonomik kalkınma geçirdiğinden Türkiye öncelikle Anadolu'ya büyük yatırımlar yapıyor. Örneğin, Isparta'ya bir parçacık hızlandırıcısı kuruyor ve merkez çevresinde Parçacık Fiziği Enstitüsü yer alıyor. Fizikçilerin burada yaşamlarını rahatça sürdürüp araştırma yapabilmeleri için sosyal, kültürel ve sporsal her tür merkezler daha da gelişiyor. Uluslar arası geliş gidiş artıyor. Isparta küresel bir parçacık fiziği mekanı haline geliyor.

Ankara, siyasi başkent olma statüsünden dolayı siyasi bilimler araştırma merkezi oluyor. Siyaset ve türevleri ile ilgilenecek ve bu alanda gelişecek her öğrenci Ankara'da yaşamaya başlıyor; çünkü laboratuvar ortamları burası oluyor.

Eskişehir, Türkiye'nin en büyük bilim merkezlerinden biri haline getiriliyor. Tüm şehre hem araştırma yapan hem eğitim veren enstitüler kuruluyor. Özellikle biyoloji ve kimya tabanlı bilimler tüm şehri laboratuvarla donatıyor.

İstanbul, birçok yerlisini Anadolu'nun çeşitli alanlarına gönderdikten sonra epey rahatlamış oluyor. Buradaki değişim muntazam. İstanbul'un kültürel değerlerini daha ön plana çıkartabilmek için şehrin tarihi eser yoğunluğunun en fazla olduğu bölümler kararlaştırılıyor ve bu bölgelerdeki yapılardan temizleniyor. Buraları arkeologların laboratuvarları haline geliyor. Öte yandan şehir içinde birçok tarihi ve sosyal araştırmalar gerçekleşiyor. Kütüphanelerin çoğu bu çalışmalara ayrılıyor ve konuyla ilgili enstitüler arttırılıyor. İstanbul canlı bir araştırma merkezi haline geliyor. Neredeyse her hafta dünyaca ünlü konferanslara ev sahipliği yapmaya başlıyor.

İzmir ekonomi başkenti oluyor ve Türkiye'nin en büyük sanayilerine ev sahipliği yapmaya başlıyor. Akdeniz kıyı civarı Türkiye'nin büyük sinema stüdyolarını barındırıyor, ünlü Akdeniz Stüdyoları.

Doğuya konuşlanmış elektro-fotonik sanayisi, bölgeyi aktif bir pazar haline getirmiş durumda iken, Türkiye'nin birçok bölgesi ve şehri farklı temel bilimleri, disiplinler arası bilimleri ve mühendislikleri kapsıyor.

Örneğin Başbakanlığın yaptığı enerji araştırmalarının gizli laboratuvarı Bolu'da kurulu.

2011-08-16

İnteraktif Roman Çalışmaları: giriş

Bir bilimkurgu romanı üzerine çalıştığımı daha önce söylemiştim. Bu roman için daha önceki yazılarıma uygulamadığım bir sistem geliştirdim. Bir roman günlüğü tuttum.
Bu günlük beni bu kadar süre roman kurgusundan kopmamı engelleyecek bir çalışma oldu ve çalışma dönemimi de kayıt altına aldı. Bölüm bölüm romanda neler anlattığıma dair notlar aldım bu günlüğe. Kurguya yeni eleman girdikçe kurgu için hazırladığım ağaç yapısına bir dal daha ekledim ve böylece kurgunun kontrolümden çıkmasını engelledim.

Tabii bir yandan da dünyamın fiziksel ortamını oluşturmaya başladım. Bu iletilerde paylaşmak istediğim tam anlamıyla bu dünya. Garipseyebilir, itebilir ve yahut sarılabilirsiniz. Ancak bilmelisiniz ki, amacım interaktif bir ortam oluşturup kurduğum bilimkurgu ögelerinin tartışılmasını sağlamak.

Bu dünyayı yaratırken gerçeklerden kopmamaya çalıştım; eğer bir gün romanımı yayınlayabilirsem, birçok yerde "geçmiş"e referanslar olduğunu göreceksiniz. Öte yandan bilimsel "sınır"larda uçmama da izin verdim.

Son not. Sadece bilimsel konulara rastlamayacaksınız, aksine benim dünyamda bilimin bilim-dışı konuları ne kadar etkilediğini görecek ve ne kadar etkilemesi gerektiğini sorgulayacaksınız.

2011-08-14

Süperpozisyonları Gören Adam

Dönen bir zar düşünün. Her saniye, her milisaniye, her mikrosaniye gözünüzün önünde değişen sayıları düşünün. Var gücüyle dönen bir zar. Sadece bir saniye önce parmağınızı değdirseydiniz başka bir sayıyı görecektiniz, gözlerinizin önünde. Ya da şimdi elinizi uzatmak yerine biraz bekleseniz şansınıza başka bir sayı düşecek. Altı ihtimal var. Ve her an her saniye. Değişen altı ihtimal. Eşit altı ihtimal. Ama yalpalamaya başladı zar. İşte birazdan son hareketini yapacak ve dönmeye mecali kalmayacak. Altı eşit ihtimal. Ortadan kaybolacak. Altı eşit ihtimal tek bir sayı olacak. Zar kararını verdiğinde, tüm ihtimaller tek bir sayıya çöktüğünde, senin sayın o olacak.


Sizin dünyanızda sonuç bir tanedir. Biraz önce ofisinden çıkan beyefendi karşı yoldaki uğrak mekana giderken, neredeyse çarpmak üzere olduğu bayan hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Ve durmakta olan araçların ikinci sırasındaki kırmızı Polo’nun içindeki kadının cep telefonu çalmıştı. Uzaktan yaklaşan otobüs ışıklara gelmeden önceki sokaktan sola sapmış ve gözden kaybolmuştu. Bir çocuk grubu güle oynaya yola fırladığında yanlarından geçmek üzere olan yaşlı bey onlara dönüp kızgınca bakmıştı. O çok uğrak mekanın diğer karşısındaki daha uğrak mekanda bir çift tartışmaya başlamıştı. Ve mini eteğini düzeltmeye çalışan garson tartışan çiftin yükselen sesinden ürkerek onlara bakış fırlatmıştı. Daha uğrak mekana fırından yeni çıkmış, taze kurabiyenin sıcak kokusu yayılmışken, cam kapısının önünde içeriye meraklı gözlerle bakan bir kedi belirmişti. Daha uğrak mekanın karşısındaki binanın büyük e-reklam panolarında rengarenk bir gökyüzü görünmüş ve hafiften kapalı havaya neşe katmıştı. Öyle ki annesinin sürdüğü arabada ayaklarıyla oynayan bebek kafasını kaldırıp reklama bakmıştı.

Benim dünyamda sonuç sonsuz tanedir. Biraz önce ofisinden çıkan beyefendi altı tane beyefendi şeklinde dört yol ağzındaki tüm uğrak mekanlara, iki sokak ötedeki alışveriş merkezine ve onun yanındaki markete yönelmişken, bunlardan sadece birinde neredeyse çarpmak üzere olduğu bayan hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Çünkü bir diğerinde adam oraya yönelmişken, bayan rahat yürüdüğünden daha oraya gelememişti. Diğer bir tanesinde ise bayan sokak başında aniden durmuş ve cep telefonunu karıştırmaya başlamıştı; o sırada da beyefendi çoktan mekana dalmıştı. Durmakta olan araçların ikinci sırasındaki kırmızı Polo’nun içindeki kadının cep telefonu hem çalmış hem de çalmamıştı. Uzaktan yaklaşan otobüs ışıklara gelmeden önceki sokaktan hem sola hem sağa sapmış ve trafikte durmaktan kurtulmuşken, diğer bir otobüste yolcu ineceğini belirttiği için sapmadan duraklamış ve tekrar harekete geçtiğinde ışıkların yeşil olduğunu görmüştü. Bu yüzden de uğrak mekanın önüne gelmişti. Çocuk grubu içindeki bir çocuk biraz önce çıktıkları oyuncak dükkanından cüzdanını unuttuğunu hem fark etmiş hem fark etmemişti. Ettiği için geri dönünce grup yoldaki yaşlı amcaya rastlamamış ve kızgın bakışları yememişti. O çok uğrak mekanın diğer karşısındaki daha uğrak mekandaki çift hem tartışır gibi olmuş hem tartışmamış hem de tartışmıştı. Tartışmayınca garson irkilmemiş ve eteğini düzeltmeye devam etmişti. Bir diğerinde ise garson yeni çıkmış kurabiyelerle dolu tabağı almış ve iki adım ötede masaya götürürken çiftin yükselen sesini işitmişti; fakat umursamamıştı. Kedi mekanın kapısına gelmemişti; çünkü mekanın yukarısında bulunan yaşlı teyze kediye yemek vermişti. Ama kedi aynı zamanda kapıya da gelmişti; fakat kurabiye tepsisini görememişti. Çünkü geç kalmıştı, kurabiyeler çoktan yerine konmuştu. Daha uğrak mekanın karşısındaki binanın büyük e-reklam panolarında hem rengarenk bir gök yüzü hem karanlık bir ekran hem kıpkırmızı bir ruj hem de sadece büyük puntolarla yazılmış bir yazı belirmişti. Bebek de hem ekrana dikkat etmiş, hem etmemiş, hem de ağlamaya başlamıştı.

Benim dünyamda ihtimaller vardır. Siz birine karar verene kadar hepsini yaparsınız. Her ihtimaliniz başka ihtimal kümeleri oluşturur. Her ihtimal sizindir, bu boyuta ait olmasa da. Her ihtimal sizden bir parçadır, siz yapmasanız da. Siz yapmasanız da diğer siz yapmıştır, siz bilmeseniz de.

Ta ki, siz tek bir ihtimale çökene kadar. Yani siz karar verene kadar.

bir IEEE LAB Macerası: Piezo-Klavye

Karışık geçen bu ilk dönemim içerisinde en normal ilişkim IEEE Lab'laydı. İlk sınıflara temel eğitimler veriliyordu. Onlara katılmaya başladım. Genelde akşam beşten yediye kadar süren eğitimlerdi bunlar.
Bu eğitimlerden birinde eğitim sonrası uygulama yapacağız kalanlarla, dediler. Önce okulda akşam yemeği, ardından biraz eğlence. Tamam, dedim. Geceyi ilk defa İTÜ'de geçirecektim. Kasım civarıydı.

O gece İTÜ'yü sevmem için bir dönem noktası oldu. Bu zamana kadar lisede yarım bıraktığım ama deliler gibi uğraşmak istediğim bir projeyi İTÜ'de nerede devam ettirebilirim diye düşünüp durmuştum. Nerede piezolarla oynamaya devam edebilirdim özgürce?

O gece eve geldiğimde Başkan'a bir mail attım. Aklımdaki enerji projesini açıkladım. Lab'ta böyle bir imkan olursa katılmak istediğimi belirttim, falan filan derken Lab ile yakın ilişkim başlamış oldu. Labtaki istekli minikleri topladım ve herkese bir heyecan kattım. İTÜIEEE Lab Enerji Ekibi kurulmuştu.

Akşamları derslerden sonra toplanıp gecelere kadar çalışmaya başladık. Önce herkes makale okumaya başladı. Kendimize minik bir makale kütüphanesi oluşturduk piezo konusunda. Sonunda ilk özel projemizin ne olacağına karar verdik, Piezo Klavye. Hemen ardından olası tasarımları düşündük ve bu tasarımlara göre hangi türde ve boyutta piezo materyal almamız gerektiğine karar verdik. Asıl uğraştıran kısım daha başlamamıştı, şirket görüşmeleri. Materyalleri hangi şirketten alacaktık? Lisede uğraştığım piezo organik yapılı ve şu anda çalıştığımızdan farklı uygulamaları olan bir piezoydu. Aldığım şirket de farklıydı ve tamamen pvdf üzerine odaklanmış bir şirketti. Onu bir kenara bırakıp Amerika'daki şirketlere odaklanmaya başladım. Piezo Company ve American Piezo Company. Bu iki şirketle konuşmaları sürdürürken bir yandan da Arveni adındaki bir Fransız firması ve Smart Materials adındaki bir Alman firmasıyla da görüşmeye başladık.

Özel tasarım istediğimizden bilgisayar ortamında çizimler yapıldı, şirketlere gönderildi ve teklifler beklendi. Tüm bunlar gerçekleşirken Enerji Ekibi'nin kafasını karıştıran bir konu vardı: Neden Türkiye'de piezo materyal üretilmiyordu?
Ne yazık ki Türkiye'de konuyla ticari anlamda ilgilenen bir kuruluş yok. İTÜ'de bu projeye başladığımız zaman epey araştırma yaptık. Deneylerimiz için bir basınç ölçer bulmamız gerekiyordu. Bunun için birçok kapı çaldık. Ama daha fazla araştırmak ve zaman insanı tecrübelendiriyor. Şu anda kendi basınç ölçerimizi kendimiz yapıyoruz. Bunun yanı sıra bize en umut veren gelişme Kimya-Metalurji'de bulduğumuz bir araştırma görevlisi oldu. Kendisi piezo materyal yapıyordu, fakat polarlayamıyordu. Polarlama ve ardından karakteristik ölçümlerinin gerçekleştirilmesi için materyallerini Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü'ne gönderiyordu. Berk Hoca bize birçok tavsiyede bulundu ve bizi epey destekledi.

Bu tarz gelişmeler gerçekleşirken maddi sorunlar ortaya çıktı. Uygun bir fiyatta anlaştığımızda American Piezo'dan 75 tane minik piezo materyalimizi sipariş etmiştik. Materyaller İTÜ'ye ulaşalı daha bir ay olmadı. Daha çok tazeler yani. Gümrükte problemler yaşadık. Rektörlük destek çıktı ve fazla problem olmadan materyalleri sonunda Lab'a getirebilmeyi başardık. Tabii materyaller gelinceye kadar ekibin toplanmasının üzerinden bir dönem geçmiş oldu.
Bu fikrimce konu üzerinde daha geniş düşünebilmemize imkan verdi. Daha yaratıcı olabilmek adına bazı işlerin sıkıştırılmamasından yanayım. Bu süre içinde fakültemizdeki (EE) Yüksek Gerilim Laboratuarı'nı ve onun tatlı mı tatlı hocasını keşfettik. Üstelik laboratuarda materyal polarlayabilmek adına gerekli teçhizat vardı.

İki tarafla da konuşmaların ardından projemizin ileriki dönemlerinde kendi materyallerimizi kendi tasarımlarımızla üretebileceğimize kanaat getirdik. Kimya'da materyallerimizi Berk hocayla yapacak ve EE'de de Özcan hoca ile polarlama çalışmaları gerçekleştirecektik. [İTÜ garip bir yer. Yan yana duran iki fakültesi birbirinden oldukça habersiz kalabiliyor. Dolayısıyla üniversitede olan imkanları kullanabilmek için araştırmak ve bazen didik didik etmek gerekiyor.]
Daha sonra fark ettik ki, İTÜ'de piezo ölçüm cihazları içeren bir laboratuar yok. Yani materyallerimizi polarladıktan sonra elimizdeki materyalin özelliğini bize söyleyebilecek cihazlardan yoksun. Tabii bunu da öğrenebilmek için GYTE'yi ziyaret etmemiz gerekti. Burada şu ana kadar tanıştığımız ve bize destek çıkan en iyi piezo uzmanıyla kontak kurduk, Sedat Alkoy. Bize pek değerli tavsiyelerde bulundu Sedat hoca. Bir projede atlaya zıplaya değil de adım adım ilerlemek önemli.

Şimdi düşünüyorum da piezo projesi için koştururken İTÜ'yü daha iyi tanıdım, hatta Türkiye'de piezonun yerini daha iyi tanıdım. Dünyada konuyla ilgili ne kadar müthiş çalışmalar yapıldığını biliyorum. Bunun en iyi örneği Georgia Tech'te Z.L. Wang'ın NanoScience Lab'ı. İTÜ'de ilk yılımın ikinci dönemi bu adamların lablarında yaptıkları çalışmaları okuyarak geçti diyebilirim.
Piezo deneyleri ve ölçümlerinde nasıl ilerlememiz gerektiğini gösterdi bana bu makaleler ve Türkiye'nin nano piezo konusunda var olmadığını da aynı şekilde. Biz henüz araştırma düzeyinde gözle görür elle tutulur piezolar yapmaya çalışıyoruz; fakat gatech'teki gibi lablar olayı nano boyuta indirip daha verimli hale getirmeye çalışıyorlar. Amaç ise kişisel elektronik aletleri bataryaya gerek duymadan çalıştırabilmek.
Temiz enerji. Üstelik etkileyici. Piezo t-shirt, bedeninizdeki herhangi bir titreşimi algılayıp mp3'ünüzü şarj edebiliyor, örneğin. Bedeninizden yayılan kayıp enerjiyi kullanılabilir hale getiriyorsunuz piezoelektrik etki sayesinde.

Enerji Ekibi olarak bizi de etkileyen bu; fakat bulunduğumuz durumdan dolayı biz makroskopik ölçekte bir uygulama yapabileceğimizi biliyoruz. O nedenle amacımız kullanıcısının parmak basıncıyla batarya ihtiyacı olmayacak bir klavye yapabilmek. İTÜ gibi pratik beyinlerin olduğu bir okulda ekibimin bu işin sadece mühendislik kısmıyla ilgilenmesini istemiyorum. Projeyi bilimsel yürütmek ve kontrollü deneyler yapmak hedefimiz. Zaten bu nedenle şu anda şahsen kendim olayın parmak basıncı kısmına odaklanmış bulunmaktayım. Bu projeden kendime çıkarttığım soru, bir insan bir klavye karşısında tuşlara hangi basınç ve frekans aralığında basıyor. Bunun deneysel bilgisini elde etmek adına kontrollü deneyler hazırlıyorum ve amacım verileri yorumlayıp istatistiksel bir dağılım elde etmek ve mümkün olursa bir insanın klavyeye vuruşlarının matematiksel modellemesini yapabilmek. Bu piezo projesinden çok ayrı gözükebilir; fakat piezo klavyenin daha bilimsel tabana oturtulabilmesi için bu parametrelerin (basınç ve frekans) bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü tuşlar altındaki piezolar da aynı etkilere maruz kalacaklar.

Ben bu işle ilgileniyorum. Diğer taraftan neler yürüyor? Projeyi tamamlayacak diğer alt-çalışma piezolarımızın en verimli bağlantı şekilleri ve elde edilen işaretlerin çevrilip depolanma süreci. Kullanılabilir elektrik enerjisi üretmek adına iyi bir güç sistemi tasarlamamız gerekiyor. Burada da parmak darbesiyle piezoyu rahatsız etme derecemiz AC-DC çevirmedeki farklı metodların kayıplarını önemli hale getiriyor. Öğrenmemiz ve uygun bir hardware tasarlamamız gerekiyor.

İşte piezo cephesinde durum böyle. Eğer varsa meraklı, gelsin katılsın bize. Ben şunu yapmayı bilirim, yol gösterebilirim diyen varsa hoş gelir.