2011-08-31

onçarpıon

Art arda çok eğlencelik gezi yazıları oldu, lakin madem bu etkinliği ağustos ayında yaptım; ay bitmeden paylaşalım.

İstanbul'da yaşıyorsunuz, çok deli çalıştınız, kafa dağıtmanız lazım. Öte yandan bir yaptığınızı da bir daha yapma huyunuz yok. İlla ki değişiklik! İlla ki yaratıcı bir aktivite uydurmalısınız!


O zaman bunu deneyin, 10x10.


onçarpıon ne demek? Size en yakın durağa gidiyorsunuz. İlk rastladığınız otobüse biniyorsunuz. Onuncu durağında iniyorsunuz, indiğiniz gibi arkadan gelen otobüse biniyorsunuz; onuncu durağında iniyorsunuz. ...derken 10. otobüsün 10. durağında iniyorsunuz. Ve neredesiniz?
Tahmin bile edemeyeceğiniz yerlerde olabilirsiniz.

İstanbul'un ne kadar büyük olduğunu gösteren bu etkinlik her delinin yapması gereken bir gezidir. Otobüslerde İstanbul'u geziyorsunuz. Gündüz yapılması önerilir, şayet gece yaptığımızdan sonunda eve dönmesi epey güç oldu.
Diğer kurallarını siz belirleyebilirsiniz. Eğer bindiğinizde otobüs 10 duraktan önce son durağa geliyorsa, orada inip devam ediyorsunuz. Çok otobüslü bir ortama geldiniz, ilk hareket edene atlıyorsunuz.

Aylığı olanlar için problem yok; olmayanlar için de zamlı ücretler üzerinden en az 5 lira ödüyorsunuz. Ne zaman ve nereye gittiğinize göre de bu ücret biraz yükselebilir.

Son olarak ben ne yaptım?
Beşiktaş'ta başlayan yolculuğum Ümraniye Devlet Hastanesi'nin önünde sona erdi.

2011-08-28

8 saatlik yürüyüş yolculuğu

Dün gece daha önce hiç yapmadığım ama hep yapmak istediğim bir şeyi yaptım. Sarıyer'den Beşiktaş'a yürüdüm.

Nedenlerden biri gelenekseldi. Dedem sonra da babam kendi zamanlarında Sarıyer'den Samatya'ya yürümüştü. Ben de madem siz yürüdünüz, ben de yürürüm, deyip bunu kafama koymuştum. Diğer taraftan ve daha önemlisi bu aktivite İstanbul'un en güzel kısımlarından biri olan sahil şeridini taşıt ile değil de yavaş yavaş ve göre göre gezebilmemizi sağladı.

Yorucuydu. Kabul. Saat 8 civarı Sarıyer'den Büyükdere'ye yürüyüp önce akşam yemeğimizi yedik. Ardından asıl kısım başladı. Sanıyorum Köybaşı Caddesi'nde önce gayet tenha ve birkaç kişinin balık tuttuğu bir yerde bir seyyar satıcıya rastladık. İki çay, bir kağıt helva, fıstık ile biraz dinlendik. Sonra ver elini İstinye. Daha önce İstinye'yi gezmemiştim. Sahile kurulmuş (Mado) kafeyi görünce, bir dondurma yiyelim, dedik. Oraya oturduğumuzda saat 10'u geçiyordu. Çok geç kalmadan tekrar koyulduk yürümeye.
Köprüleri saydık. Boğaziçi köprüsünün FSM'ye göre daha kontrollü bir ışıklandırması olduğunu fark ettik. Yeniköy civarlarında sahili kaplayan yalılar ve yolları kaplayan park etmiş araçlar sağ olsun, hafif yoldan yürümek zorunda kaldık.
Hisarın önünden geçtik, o sırada cadde kenarındaki birkaç bar da coşmuştu. Cayıp otobüse binsek mi dedik. Oturduk, dinlendik. Saat 2 civarında Bebek'teydik. İnsanlar süslenmiş daha yeni dışarı çıkıyor havası veriyorlardı.
Hep 2. köprünün yolunu gözledik. Çünkü biliyorduk ki köprüyü geçince Ortaköy geliyordu. Sonra da Beşiktaş. Ama o köprü bir türlü gelmedi. İnsan sohbete dalınca ayaklarının sızısını unutuyor.

Kuruçeşme Arena'nın önü deliler gibi kalabalıktı. İlerlemeye devam ettik. Kah dinlendik kah ilerledik derken Beşiktaş'a ulaştık, hem de saat 03.45'te.

Bir zamandan sonra denize bakmaz olduk. Tam yerini bilmiyorum; fakat bu seyyar satıcıya rastladığımız yere gelmeden nasıl bir yerden geçtiysek ortalık minik fare kaynıyordu. Bildiğiniz cadde yanındaki kaldırımlarda koşturuyorlardı. Kayalıkların üzerinde sekiyorlardı. Hatta burada hayatımın ilk zıplayan faresini gördüm. Bir karış kadar yatay olarak yer çekimini yendi ve aşağı inip koşmaya başladı. Çünkü korkmuştu.

Emin FSM'nin ışıklarını yakından fotoğrafa almak istiyordu; fakat yanına geldiğimizde garip bir şekilde ışıkları söndü. Yeniköy taraflarında çok tatlı ışıklı bir ağaç gördük. Çoğu dalına lamba asmışlardı.
Bu arada gömlek satan Vakko'nun çikolata işine de girdiğini öğrendik ve bununla ilgili epey(!) doğaçlama yaptık.
Sanela diye bir yerin etrafındaki denizi görsel olarak temizlemesine karşın, oraya ulaşmadan hemen önce denizin üzerinde yüzen pisliklerin olduğunu fark ettik. Ee dedim mikroplar? Emin de, göz görmeyince gönül katlanır, dedi.

Bir ara yorgunluktan epey güldüğümüzü hatırlıyorum.
Sonuçta, yaklaşık 20 km yürüdüm.

2011-08-27

soyulmuş bir beyaz cüce

Burs başvuruları benim gibi bir insan için tam bir kabus. Özellikle de planımı yapmış ve zamanları beklerken KYK'nın ara sınıflar için başvuruları ağustosun başında kapatmış olduğu gerçeğini öğrendiğim zaman daha da zorlaştı. Buradan en azından harç kredisi almayı bekliyordum, çünkü harcım  700 küsür lira.
Evet, YÖK geçen dönem ingilizce bölümleri türkçe bölümlere göre iki katı ücrete çıkardı. EHB'de yüzde 30 ingilizceyle bölüm okuyan arkadaşlar 350 civarı bir ücret verirken, ben 700. Özel okul ücretlerine yaklaşıyoruz.

Ortadaki mavi rengiyle gösterilmiş RF dalgaları yayan pulsar temsili, etrafında dönen kristal olduğu düşünülen gezegen temsili ve şu kenarına sarıyla kontor atılmış gibi duran da bizim güneşimizin temsili, uzaklığı algılayabilmek adına bu şekilde çizilmiş

Böyle kendime burs bulmaya çabalarken, bir baktım bir grup astronom gezegen keşfetmiş. Sıradan bir gezegen de değil, elmastan oluştuğu düşünülen bir gezegen!
Dikkatimi daha da odaklayan diğer bilgi, ekipteki bir kişinin Almanya'dan bir radyoastronom olması. Evet, son zamanlarda gözde uğraşlarımdan biri, radyoastronomi.
Gelelim gezegene, kendisinin bir pulsar etrafında döndüğü biliniyor. Nitekim gezegen de pulsardan yola çıkılarak bulunmuş. Pulsarın gönderdiği sinyallerden yörüngesindeki bir cismin çekimine maruz kaldığı anlaşılmış. Zaten gezegenle de ilgili birçok bilgi (gezegen-pulsar arası uzaklık, orbit süresi, tahmini yarıçapı gibi) buradan elde edilmiş.

Gezegenin daha önceden büyük bir yıldız olarak pulsara bir kısım materyalini kaptırdığını ve geriye kalanın şu andaki hali olduğu söyleniyor. Kütlesinin yaklaşık olarak %99.9'unu ve dıştaki tüm katmanlarını yitirmiş. Bu nedenle onu soyulmuş bir beyaz cüce diyerek de tarif etmişler! Kalan parçalar yani şu anda bizim algılayabildiğimiz gezegenin kendisinin çoğunlukla karbon ve oksijenden oluştuğu bildiriliyor. Hidrojen ve helyumun yokluğu zaten gezegenin hafifliğini üzerinden alıyor; ve geriye oldukça yoğun bir kütle kalıyor. Bu yüzden de şu anda kristal yapısında olabileceğini söylüyorlar. Yani, koca bir elmas olabilir!

Bu arada ben de pulsarlara meraklıyım. Bu hikayemizdeki pulsar 5.7 milisaniye'lik bir dönme periyotuna sahip.  Her 5.7 ms'de etrafına bir sinyal yayıyor. Pulsar nedir diyenler için, dönüşünden dolayı radyo sinyalleri yayan astronomik yapılar. Dünya'daki büyük antenlerle dinlenebiliyorlar ki bu da radyoastronominin konusu oluyor.

İşte birkaç detaylı kaynak:

not. resmini gördüğünüz çanak anten de 64 m çapına sahip. çok hoş değil mi?

2011-08-21

NTVBLM'i hatırlamak

NTVBLM, özellikle Bilim Teknik'in Darwin skandalından sonra düzenli olarak aldığım bir popüler bilim dergisi olmuştu. Okudukça kendini daha da okutturdu.

Bu dergiyle daha alakalı oldukça onu daha yakından tanıma fırsatı da buldum. Aktif bir ekibi vardı. Dergi eleştirileri kabul etme, objektif bir şekilde bu eleştirileri yayınlama ve kendi kendini okuyucu isteğine göre düzeltme özelliklerine sahipti. Kısacası, yenilikçi bir dergiydi.

Lisedeyken yaptığım çok basit bir deneyi birkaç tarihi bilgiyle birleştirip popüler bir yazı oluşturdum ve NTVBLM'e gönderdim. Kabul gördü ve Ekim sayısında basıldı. Bu deneyin düzeneğini şu anda iyileştirmeye çalışıyorum.

Lisansa başlayınca?

Üniversite ortamını tanıyın. Üniversite sadece derslerin olduğu bir okul değildir. Üniversite sizin kültür bilginizi arttıran, farklı çalışma ortamları sunan ve bazen daha sosyal olmanızı sağlayan bir yerdir. Geldiğiniz gibi bir arkadaş ortamınız oluşmayabilir; hatta arkadaş ortamını umursamayabilirsiniz. Fakat umursamayan arkadaşlara şöyle bir öneri; hem birlikte çalıştığınız hem de birlikte eğlendiğiniz bir grubunuz olabilir. Bunu edinmek tamamen size bağlı.
Örneğin bir öğrenci projesi oluşturur ve ilgili kişileri toplarsınız. Eğer proje sizin için önemliyse, bu projede çalışan herkesle daha fazla vakit geçirdiğiniz anlamına gelir. Dolayısıyla siz isteyin istemeyin işte bir ortamınız var artık.

Daha dersleriniz başlamadan üniversitenizin kulüplerini gözden geçirin, web sitelerine girin, araştırın ne yapıyorlarmış?
Sorumlu kişilerini mail bombardımanına tutun. Birkaçından cevap elbet gelecektir. Daha dersler başlamadan aktif olmanızı sağlayacak bir harekettir bu. Nerede işinize yarayacak?
Okula geldiğiniz ilk gün birçok kişiden daha bilgili olacaksınız. Eğer iyi kontak kurmuşsanız size daha ilk günden tiyolar vermeye başlayan seniorlarla birlikte olacaksınız. Üniversitenin kulüp kaynakları hakkında epey bilgilenmiş olarak da hayallerini buna göre şekillendireceksiniz. Yan flüt çalmayı mı öğrenmek istiyorsunuz? Evet size öğretecek birileri var, ya da yok o zaman bu istek için bu sınırlar içinde fazla zaman kaybetme.

Büyük üniversitelere gidenler için, ders almak zor bir uğraş haline gelebilir. Dikkat bu noktada senior'lardan bilgi almak çok önemlidir. Ders alma sistemini ders alma sürecinden önce öğrenmeniz ilk dönem epey yararınıza olacaktır. Kütüphaneden nasıl yararlanacağınızı kartınızı aldığınız gibi gidip uygulayarak öğrenin, [itülüler o kütüphane sizin için 24 saat açık olacak, bir noktadan sonra bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlayacaksınız.]
Kampüsünüzdeki yemek ortamlarını bilin, [ben bu konuda eksiktim, arkadaşlarla takılarak öğrendim].

Belki de en önemlilerinden biri, istekli ve aktif biriyseniz rektörünüzden randevu alıp onunla görüşün. Nasıl biri olduğunu anlamaya çalışın ve bu okulu tercih ettiğinizi söyleyip büyük planlarınızdan bahsedin. Bölümüzün hocalarıyla tanışın. Fakültenizdeki ve ilgilendiğiniz fakültelerin laboratuvarlarından haberdar olun.
Bu laboratuvarlarda çalışan arkadaşlar edinin. Çoğunlukla 3. ya da 4. sınıf olacaklardır. Bir üniversitede size en çok yardımcı olabilecek insanlardır bunlar.

Kampüsünüz bunun için uygunsa mutlaka bisikletinizi kampüse getirin. Harika bir ulaşım aracı olabilir.
Derslerinizi özenle seçin. Dört yıllık lisans hayatınızın ana bir programını oluşturun kafanızda. Elbette doğaçlama bölgeler bırakın kendinize; fakat program dağılmanızı engeller.
Dersinizin hocalarını araştırın, nerelerde okumuşlar, ne araştırmalar yapmışlar?

Siz siz olun, eğer gerçekten öğrenmek istiyorsanız ders kitabı kullanın. Bu ders kitaplarının sadece ulusal çıkışlı değil uluslar arası geçerliliği olan kitaplar olmasına da dikkat edin. Sınavlar için çalışmayın, öğrenmek için çalışın.

İlk sene temel edinme senesidir. Yapıyı sağlam kurun.
Zamanınızı iyi değerlendirin, stratejik davranın.

2011-08-18

Müzik Dokunuşları

Arada sırada evin önüne gelip akordiyon çalan bir adam var. Her gelişinde hemen hemen aynı şeyleri çalsa da, adamın yaptığı müzik hoşuma gidiyor. Bir şekilde o melodi süzülüp kulağıma geldiği anda heyecanlanıyorum.

Neden bilmiyorum akordiyonun kişiliği bana yakın geliyor. Benzer şekilde flüt için de aynısını söyleyebilirim; fakat flüdün neden beni etkilediğini biliyorum. Bu kadar yıl onunla yatıp uyandığımdan birbirimizi tanıyoruz. 

İyi bir çalgıcının enstrümanının karakterini yansıttığını anlayabilirsiniz. Hatta bir enstrüman seçerken bunlar dikkate dahi alınabilir. Ben flüdü 12-13 yaşlarımda dinlediğim konçertolardan keşfetmiştim. Ne aileden ne de çevremden gelen bir müzik kültürüm vardı. Dolayısıyla müzik hakkında da hiç okumamıştım; fakat dinlemeyi severdim ve flüt kendini hemen belli ederdi bana. Flüt sevdam böyle başladı ve onu daha yakından tanıma fırsatı da buldum. Daha sonralar da müzik hakkında okumaya da başlayınca aslında flüdün karakteriyle ne kadar uyum içinde olduğumu gördüm.

Beni etkileyen flüt parçalarından biri, Rhene Baton'dan Passacaille

Aşırılıkları yaşayan bir enstrüman flüt. Flüt çalan birinin bunları okuyup öğrenmesine de gerek yok; enstrümanıyla bütünleşip çalabilen biri bunu gayet iyi anlayabilir. Tatlı dokunuşları olan ama kızmak istediğinde cıyak cıyak bağırabilen bir karakter o. Sonuna kadar neşe iletirken size, aynı zamanda üzüntüye boğabilir anzısın. İki uç arasındaki bu değişimin ne zaman olduğunu anlamayabilirsiniz. Ben de böyleyim.


Öte yandan akordiyon çalmadığımdan beni neden etkilediğini kestiremiyorum; fakat akordiyonun neşeli yapısının ilgimi çektiğinin farkındayım. Bir tempo aşılıyor size ve garip bir hareket etme isteği doğurabiliyor. Bir diğer nokta da sanıyorum bir notayı uzatabilme ölçütü. Flütte bir notayı nefesin yettiği ve içinden geldiğince uzatabilirsin. Tek bir üflemeye birçok duygu yükleyebilirsin. Sesi titreştirir, ansızın yükseltir ya da alçaltır, başka bir notayla birlikte triller, hatta oktav bile atlayabilirsin. Tek bir notayla bile insanları etkileyebilirsin, sadece diyafram kullanarak.
Sanıyorum benzer bir harekete akordiyon da sahip. Bir notayı istediğin kadar ve elin becerisine bağlı olarak uzatabilir, yayabilir ya da anlık geçebiliyorsun. Akordiyon merakı başlayanların Tiersen dinlemesini öneriyorum. [Bir de üzerine Amelie'yi izleyin!]


Amelie filminden perde arkası

Bu akordiyon merakımın da biraz payı olmak üzere gruba bir akordiyoncu katmak istiyorum. Parçalarımıza farklı bir tat katacağına inanıyorum akordiyonun. Yuvarlağın Köşeleri henüz minik bir bebek. Yeni Türkü, Ezgi'nin Günlüğü gibi eskilerin gruplarından çalmayı seviyoruz. Henüz tek bir stüdyo kaydımız var, o da Yağmurun Elleri.

Yağmurun Elleri composed by Yeni Türkü, performed by Yuvarlağın Köşeleri [violin Ümit Yıldız, guitar & mainvocal İshak Morçimen, Piano Tutku Demiröz, Flute & backvocal Ceren B. Dağ]

Grup işleri lisansımın ikinci döneminde hayatıma girdi. Yuvarlağın Köşeleri'nin flüde tekrar sarılmamda verdiği katkıyı anlatamam. Tüm heyecanımı yitirmişken flüdümle nasıl bir diyalog içine girdiğimi hatırlattılar bana, onu nasıl coşturduğumu hatırlattılar. Batı klasik müziğine dönmem gerektiğini gösterdiler.

Müzik açısından zor bir dönem geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Lise son sınıfta sınav derdinin yanı sıra bir de flüt sınav derdim oluşmuştu. Flüt sınavlarına bu şekilde bakmazdım; fakat o yıl direkt buna odaklanınca garip bir isteksizlik oluştu içimde. Mayıs ayında sınavımı verdiğim gibi flüdü elimden düşürdüm.
Yazın tekrar elime aldım ve düzenli bir şekilde çalışmaya başladım. Bu arada aldığım dersleri bırakmıştım. Bu düzenlilik kendini fazla götürmedi ve ben lisansım başlayıp problemlerim çoğalınca her şeyden soğumaya başladım. Flüdü de elime almaz oldum.
Garip bir vicdan azabı hissediyordum ki, Ümit çıkageldi, bizimle çalsana dedi. Bunun beni itmesi gerektiğini düşünerek ara tatilde eski hocamla görüşüp kendime bir iki ders ayarladım. Beni tekrar sevdirecek, heyecanlandıracak bir parçaya ihtiyacım var dedim. O da gerçekten o sırada tekrar severek çalıştığım bu parçayı koydu önüme: Vocalise, Rachmaninoff.

Vocalise composed by Rachmaninoff

Ardından grupla çalma işleri başladı. Üç kişiydik. Keman, gitar, flüt. Gruptaki herkes gruba biraz hareket katmak istiyordu. Bu nedenle itüvision yarışmasına katılma gereği duyuldu. Yarışma nedeniyle bir kişi daha katıldı, Tutku, piyanistimiz. Yuvarlağın Köşeleri resmi olarak bu dönemde dört kişiyle kuruldu. Yarışmadaki başarı bize heyecan kattı. Sonra bir iki yerde çıkıp çaldık yine. Grup var olmaya devam ediyor.

İTÜ'deki tüm şikayetlerim ve alışma dönemim içinde beni bulunduğum ortama ısındıran aktivitelerden biri oldu, Yuvarlağın Köşeleri ile çalmak. Umuyorum yakında sokaklarda kendimizi göstereceğiz ve sokak müziği yapacağız.

Yazıyı büyüleyici bir parçayla kapayalım,

Fantasie, Op. 124 by Saint Saens (flute and harpe)

2011-08-17

Fermat'nın anısına

Google'a girdim ve bir baktım logoda tanıdık bir şeyler var. Birkaç saniye sonra Pierre de Fermat karşımdaydı. Sanıyorum Google kendisinin doğum gününü kutluyor. Her neyse benim odaklanmak istediğim, madem günü Fermat ile açtım, o zaman bir zamanlar taktığım bu insanla ilgili bir iki şey karalayayım istedim.

Fermat'nın aslında birçok alana katkısı var. Hayatının en dikkat çekici özelliklerinden birinin aslında profesyonel bir matematikçi olmamasıdır. Kendisi amatör olarak matematikle ilgilenmiştir; ama muhteşem katkılarda bulunmuş biridir. 21.yy'da kendi adıyla anılan teoremin çözülebilmesi için matematiksel toollar keşfedilmesi gerekmiştir. Halbuki o sayfasının kenarına not düşmüştür, "İspatını yaptım; fakat burada yer yok, o nedenle buraya yazamıyorum."
Zaten olayı efsaneleştiren de bu sözleri. Ardından (sanıyorum 350 civarı) yüzlerce yıl çok çeşitli matematikçiler bu teoremin ispatı üzerine çalışmış. Eğer Fermat gerçekten teoremin kanıtını yaptıysa, ironik bir şekilde o ispar şu anda yapılmış ispat değil. Çünkü teorem modern matematiğin gelişmesiyle çözülmüştür. Zaten o nedenle Fermat'nın gerçekten kanıtı yaptığına inanmayan kişiler de mevcuttur.

Beni konuya bağlayan kitap, Simon Singh'ın Fermat'nın Son Teoremi adlı kitabıydı. Fermat'dan itibaren problemin çözülebilmesine kadar olan süreçte problemi çözmede yardımcı olabilecek tüm matematiksel teknoloji gelişimini anlatıyor kitap. Zaten sonunda kanıtın da birkaç yüz sayfa olması ne kadar geniş çaplı bir araştırma olduğunu gösteriyor. Matematikle oynamanın yanı sıra matematik kültürü edinmeyi de seven biri için şiddetle öneririm.
Tabii teoremi kanıtlayan kişi kim mi? Andrew Wiles.

Onu da kendi ağzından dinleyin.
Bu belgeselin tamamını merak ediyorsanız, BBC Horizon belgesel dizisinden biraz önce bahsettiğim kitabın belgeselidir.

İnteraktif Roman Çalışmaları: kurgunun türkiyesi

Güzel. Girdiğiniz bu dünya yaklaşık olarak 2070-2080'ler.
Yer, Türkiye. Şehir derseniz, bütün şehirler kullanım dahilinde. Her şehir belirli bir refah seviyesine çıkartılmış durumda; çünkü her şehrin başkent olduğu bir alan var.

Örneğin, sevgili kalabalık İstanbul'umuz bugünkü gibi t'aşmış bir yer değil. İstanbul tam bir sanat ve kültür başkenti. 2020'lerde Türkiye PTE'yi (Proje Tabanlı Eğitim Sistemi ya da diğer bir adıyla ARGETE, Arge Tabanlı Eğitim Sistemi) uygulamaya başladıktan sonra yaratıcılıkları yozlaştırılmış değil, arttırılmış jenerasyonlara imza atıyor. Bu dönemlerde bu yaratıcı beyinleri yetiştiren ve dönemin akademik çalışmalarını yapan hocalarımız Türkiye'yi başka bir dönüşümün daha eşiğine getiriyorlar, bin bir zorlukla elbet.

Belirli bir ekonomik kalkınma geçirdiğinden Türkiye öncelikle Anadolu'ya büyük yatırımlar yapıyor. Örneğin, Isparta'ya bir parçacık hızlandırıcısı kuruyor ve merkez çevresinde Parçacık Fiziği Enstitüsü yer alıyor. Fizikçilerin burada yaşamlarını rahatça sürdürüp araştırma yapabilmeleri için sosyal, kültürel ve sporsal her tür merkezler daha da gelişiyor. Uluslar arası geliş gidiş artıyor. Isparta küresel bir parçacık fiziği mekanı haline geliyor.

Ankara, siyasi başkent olma statüsünden dolayı siyasi bilimler araştırma merkezi oluyor. Siyaset ve türevleri ile ilgilenecek ve bu alanda gelişecek her öğrenci Ankara'da yaşamaya başlıyor; çünkü laboratuvar ortamları burası oluyor.

Eskişehir, Türkiye'nin en büyük bilim merkezlerinden biri haline getiriliyor. Tüm şehre hem araştırma yapan hem eğitim veren enstitüler kuruluyor. Özellikle biyoloji ve kimya tabanlı bilimler tüm şehri laboratuvarla donatıyor.

İstanbul, birçok yerlisini Anadolu'nun çeşitli alanlarına gönderdikten sonra epey rahatlamış oluyor. Buradaki değişim muntazam. İstanbul'un kültürel değerlerini daha ön plana çıkartabilmek için şehrin tarihi eser yoğunluğunun en fazla olduğu bölümler kararlaştırılıyor ve bu bölgelerdeki yapılardan temizleniyor. Buraları arkeologların laboratuvarları haline geliyor. Öte yandan şehir içinde birçok tarihi ve sosyal araştırmalar gerçekleşiyor. Kütüphanelerin çoğu bu çalışmalara ayrılıyor ve konuyla ilgili enstitüler arttırılıyor. İstanbul canlı bir araştırma merkezi haline geliyor. Neredeyse her hafta dünyaca ünlü konferanslara ev sahipliği yapmaya başlıyor.

İzmir ekonomi başkenti oluyor ve Türkiye'nin en büyük sanayilerine ev sahipliği yapmaya başlıyor. Akdeniz kıyı civarı Türkiye'nin büyük sinema stüdyolarını barındırıyor, ünlü Akdeniz Stüdyoları.

Doğuya konuşlanmış elektro-fotonik sanayisi, bölgeyi aktif bir pazar haline getirmiş durumda iken, Türkiye'nin birçok bölgesi ve şehri farklı temel bilimleri, disiplinler arası bilimleri ve mühendislikleri kapsıyor.

Örneğin Başbakanlığın yaptığı enerji araştırmalarının gizli laboratuvarı Bolu'da kurulu.

2011-08-16

İnteraktif Roman Çalışmaları: giriş

Bir bilimkurgu romanı üzerine çalıştığımı daha önce söylemiştim. Bu roman için daha önceki yazılarıma uygulamadığım bir sistem geliştirdim. Bir roman günlüğü tuttum.
Bu günlük beni bu kadar süre roman kurgusundan kopmamı engelleyecek bir çalışma oldu ve çalışma dönemimi de kayıt altına aldı. Bölüm bölüm romanda neler anlattığıma dair notlar aldım bu günlüğe. Kurguya yeni eleman girdikçe kurgu için hazırladığım ağaç yapısına bir dal daha ekledim ve böylece kurgunun kontrolümden çıkmasını engelledim.

Tabii bir yandan da dünyamın fiziksel ortamını oluşturmaya başladım. Bu iletilerde paylaşmak istediğim tam anlamıyla bu dünya. Garipseyebilir, itebilir ve yahut sarılabilirsiniz. Ancak bilmelisiniz ki, amacım interaktif bir ortam oluşturup kurduğum bilimkurgu ögelerinin tartışılmasını sağlamak.

Bu dünyayı yaratırken gerçeklerden kopmamaya çalıştım; eğer bir gün romanımı yayınlayabilirsem, birçok yerde "geçmiş"e referanslar olduğunu göreceksiniz. Öte yandan bilimsel "sınır"larda uçmama da izin verdim.

Son not. Sadece bilimsel konulara rastlamayacaksınız, aksine benim dünyamda bilimin bilim-dışı konuları ne kadar etkilediğini görecek ve ne kadar etkilemesi gerektiğini sorgulayacaksınız.

2011-08-14

Süperpozisyonları Gören Adam

Dönen bir zar düşünün. Her saniye, her milisaniye, her mikrosaniye gözünüzün önünde değişen sayıları düşünün. Var gücüyle dönen bir zar. Sadece bir saniye önce parmağınızı değdirseydiniz başka bir sayıyı görecektiniz, gözlerinizin önünde. Ya da şimdi elinizi uzatmak yerine biraz bekleseniz şansınıza başka bir sayı düşecek. Altı ihtimal var. Ve her an her saniye. Değişen altı ihtimal. Eşit altı ihtimal. Ama yalpalamaya başladı zar. İşte birazdan son hareketini yapacak ve dönmeye mecali kalmayacak. Altı eşit ihtimal. Ortadan kaybolacak. Altı eşit ihtimal tek bir sayı olacak. Zar kararını verdiğinde, tüm ihtimaller tek bir sayıya çöktüğünde, senin sayın o olacak.


Sizin dünyanızda sonuç bir tanedir. Biraz önce ofisinden çıkan beyefendi karşı yoldaki uğrak mekana giderken, neredeyse çarpmak üzere olduğu bayan hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Ve durmakta olan araçların ikinci sırasındaki kırmızı Polo’nun içindeki kadının cep telefonu çalmıştı. Uzaktan yaklaşan otobüs ışıklara gelmeden önceki sokaktan sola sapmış ve gözden kaybolmuştu. Bir çocuk grubu güle oynaya yola fırladığında yanlarından geçmek üzere olan yaşlı bey onlara dönüp kızgınca bakmıştı. O çok uğrak mekanın diğer karşısındaki daha uğrak mekanda bir çift tartışmaya başlamıştı. Ve mini eteğini düzeltmeye çalışan garson tartışan çiftin yükselen sesinden ürkerek onlara bakış fırlatmıştı. Daha uğrak mekana fırından yeni çıkmış, taze kurabiyenin sıcak kokusu yayılmışken, cam kapısının önünde içeriye meraklı gözlerle bakan bir kedi belirmişti. Daha uğrak mekanın karşısındaki binanın büyük e-reklam panolarında rengarenk bir gökyüzü görünmüş ve hafiften kapalı havaya neşe katmıştı. Öyle ki annesinin sürdüğü arabada ayaklarıyla oynayan bebek kafasını kaldırıp reklama bakmıştı.

Benim dünyamda sonuç sonsuz tanedir. Biraz önce ofisinden çıkan beyefendi altı tane beyefendi şeklinde dört yol ağzındaki tüm uğrak mekanlara, iki sokak ötedeki alışveriş merkezine ve onun yanındaki markete yönelmişken, bunlardan sadece birinde neredeyse çarpmak üzere olduğu bayan hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Çünkü bir diğerinde adam oraya yönelmişken, bayan rahat yürüdüğünden daha oraya gelememişti. Diğer bir tanesinde ise bayan sokak başında aniden durmuş ve cep telefonunu karıştırmaya başlamıştı; o sırada da beyefendi çoktan mekana dalmıştı. Durmakta olan araçların ikinci sırasındaki kırmızı Polo’nun içindeki kadının cep telefonu hem çalmış hem de çalmamıştı. Uzaktan yaklaşan otobüs ışıklara gelmeden önceki sokaktan hem sola hem sağa sapmış ve trafikte durmaktan kurtulmuşken, diğer bir otobüste yolcu ineceğini belirttiği için sapmadan duraklamış ve tekrar harekete geçtiğinde ışıkların yeşil olduğunu görmüştü. Bu yüzden de uğrak mekanın önüne gelmişti. Çocuk grubu içindeki bir çocuk biraz önce çıktıkları oyuncak dükkanından cüzdanını unuttuğunu hem fark etmiş hem fark etmemişti. Ettiği için geri dönünce grup yoldaki yaşlı amcaya rastlamamış ve kızgın bakışları yememişti. O çok uğrak mekanın diğer karşısındaki daha uğrak mekandaki çift hem tartışır gibi olmuş hem tartışmamış hem de tartışmıştı. Tartışmayınca garson irkilmemiş ve eteğini düzeltmeye devam etmişti. Bir diğerinde ise garson yeni çıkmış kurabiyelerle dolu tabağı almış ve iki adım ötede masaya götürürken çiftin yükselen sesini işitmişti; fakat umursamamıştı. Kedi mekanın kapısına gelmemişti; çünkü mekanın yukarısında bulunan yaşlı teyze kediye yemek vermişti. Ama kedi aynı zamanda kapıya da gelmişti; fakat kurabiye tepsisini görememişti. Çünkü geç kalmıştı, kurabiyeler çoktan yerine konmuştu. Daha uğrak mekanın karşısındaki binanın büyük e-reklam panolarında hem rengarenk bir gök yüzü hem karanlık bir ekran hem kıpkırmızı bir ruj hem de sadece büyük puntolarla yazılmış bir yazı belirmişti. Bebek de hem ekrana dikkat etmiş, hem etmemiş, hem de ağlamaya başlamıştı.

Benim dünyamda ihtimaller vardır. Siz birine karar verene kadar hepsini yaparsınız. Her ihtimaliniz başka ihtimal kümeleri oluşturur. Her ihtimal sizindir, bu boyuta ait olmasa da. Her ihtimal sizden bir parçadır, siz yapmasanız da. Siz yapmasanız da diğer siz yapmıştır, siz bilmeseniz de.

Ta ki, siz tek bir ihtimale çökene kadar. Yani siz karar verene kadar.

bir IEEE LAB Macerası: Piezo-Klavye

Karışık geçen bu ilk dönemim içerisinde en normal ilişkim IEEE Lab'laydı. İlk sınıflara temel eğitimler veriliyordu. Onlara katılmaya başladım. Genelde akşam beşten yediye kadar süren eğitimlerdi bunlar.
Bu eğitimlerden birinde eğitim sonrası uygulama yapacağız kalanlarla, dediler. Önce okulda akşam yemeği, ardından biraz eğlence. Tamam, dedim. Geceyi ilk defa İTÜ'de geçirecektim. Kasım civarıydı.

O gece İTÜ'yü sevmem için bir dönem noktası oldu. Bu zamana kadar lisede yarım bıraktığım ama deliler gibi uğraşmak istediğim bir projeyi İTÜ'de nerede devam ettirebilirim diye düşünüp durmuştum. Nerede piezolarla oynamaya devam edebilirdim özgürce?

O gece eve geldiğimde Başkan'a bir mail attım. Aklımdaki enerji projesini açıkladım. Lab'ta böyle bir imkan olursa katılmak istediğimi belirttim, falan filan derken Lab ile yakın ilişkim başlamış oldu. Labtaki istekli minikleri topladım ve herkese bir heyecan kattım. İTÜIEEE Lab Enerji Ekibi kurulmuştu.

Akşamları derslerden sonra toplanıp gecelere kadar çalışmaya başladık. Önce herkes makale okumaya başladı. Kendimize minik bir makale kütüphanesi oluşturduk piezo konusunda. Sonunda ilk özel projemizin ne olacağına karar verdik, Piezo Klavye. Hemen ardından olası tasarımları düşündük ve bu tasarımlara göre hangi türde ve boyutta piezo materyal almamız gerektiğine karar verdik. Asıl uğraştıran kısım daha başlamamıştı, şirket görüşmeleri. Materyalleri hangi şirketten alacaktık? Lisede uğraştığım piezo organik yapılı ve şu anda çalıştığımızdan farklı uygulamaları olan bir piezoydu. Aldığım şirket de farklıydı ve tamamen pvdf üzerine odaklanmış bir şirketti. Onu bir kenara bırakıp Amerika'daki şirketlere odaklanmaya başladım. Piezo Company ve American Piezo Company. Bu iki şirketle konuşmaları sürdürürken bir yandan da Arveni adındaki bir Fransız firması ve Smart Materials adındaki bir Alman firmasıyla da görüşmeye başladık.

Özel tasarım istediğimizden bilgisayar ortamında çizimler yapıldı, şirketlere gönderildi ve teklifler beklendi. Tüm bunlar gerçekleşirken Enerji Ekibi'nin kafasını karıştıran bir konu vardı: Neden Türkiye'de piezo materyal üretilmiyordu?
Ne yazık ki Türkiye'de konuyla ticari anlamda ilgilenen bir kuruluş yok. İTÜ'de bu projeye başladığımız zaman epey araştırma yaptık. Deneylerimiz için bir basınç ölçer bulmamız gerekiyordu. Bunun için birçok kapı çaldık. Ama daha fazla araştırmak ve zaman insanı tecrübelendiriyor. Şu anda kendi basınç ölçerimizi kendimiz yapıyoruz. Bunun yanı sıra bize en umut veren gelişme Kimya-Metalurji'de bulduğumuz bir araştırma görevlisi oldu. Kendisi piezo materyal yapıyordu, fakat polarlayamıyordu. Polarlama ve ardından karakteristik ölçümlerinin gerçekleştirilmesi için materyallerini Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü'ne gönderiyordu. Berk Hoca bize birçok tavsiyede bulundu ve bizi epey destekledi.

Bu tarz gelişmeler gerçekleşirken maddi sorunlar ortaya çıktı. Uygun bir fiyatta anlaştığımızda American Piezo'dan 75 tane minik piezo materyalimizi sipariş etmiştik. Materyaller İTÜ'ye ulaşalı daha bir ay olmadı. Daha çok tazeler yani. Gümrükte problemler yaşadık. Rektörlük destek çıktı ve fazla problem olmadan materyalleri sonunda Lab'a getirebilmeyi başardık. Tabii materyaller gelinceye kadar ekibin toplanmasının üzerinden bir dönem geçmiş oldu.
Bu fikrimce konu üzerinde daha geniş düşünebilmemize imkan verdi. Daha yaratıcı olabilmek adına bazı işlerin sıkıştırılmamasından yanayım. Bu süre içinde fakültemizdeki (EE) Yüksek Gerilim Laboratuarı'nı ve onun tatlı mı tatlı hocasını keşfettik. Üstelik laboratuarda materyal polarlayabilmek adına gerekli teçhizat vardı.

İki tarafla da konuşmaların ardından projemizin ileriki dönemlerinde kendi materyallerimizi kendi tasarımlarımızla üretebileceğimize kanaat getirdik. Kimya'da materyallerimizi Berk hocayla yapacak ve EE'de de Özcan hoca ile polarlama çalışmaları gerçekleştirecektik. [İTÜ garip bir yer. Yan yana duran iki fakültesi birbirinden oldukça habersiz kalabiliyor. Dolayısıyla üniversitede olan imkanları kullanabilmek için araştırmak ve bazen didik didik etmek gerekiyor.]
Daha sonra fark ettik ki, İTÜ'de piezo ölçüm cihazları içeren bir laboratuar yok. Yani materyallerimizi polarladıktan sonra elimizdeki materyalin özelliğini bize söyleyebilecek cihazlardan yoksun. Tabii bunu da öğrenebilmek için GYTE'yi ziyaret etmemiz gerekti. Burada şu ana kadar tanıştığımız ve bize destek çıkan en iyi piezo uzmanıyla kontak kurduk, Sedat Alkoy. Bize pek değerli tavsiyelerde bulundu Sedat hoca. Bir projede atlaya zıplaya değil de adım adım ilerlemek önemli.

Şimdi düşünüyorum da piezo projesi için koştururken İTÜ'yü daha iyi tanıdım, hatta Türkiye'de piezonun yerini daha iyi tanıdım. Dünyada konuyla ilgili ne kadar müthiş çalışmalar yapıldığını biliyorum. Bunun en iyi örneği Georgia Tech'te Z.L. Wang'ın NanoScience Lab'ı. İTÜ'de ilk yılımın ikinci dönemi bu adamların lablarında yaptıkları çalışmaları okuyarak geçti diyebilirim.
Piezo deneyleri ve ölçümlerinde nasıl ilerlememiz gerektiğini gösterdi bana bu makaleler ve Türkiye'nin nano piezo konusunda var olmadığını da aynı şekilde. Biz henüz araştırma düzeyinde gözle görür elle tutulur piezolar yapmaya çalışıyoruz; fakat gatech'teki gibi lablar olayı nano boyuta indirip daha verimli hale getirmeye çalışıyorlar. Amaç ise kişisel elektronik aletleri bataryaya gerek duymadan çalıştırabilmek.
Temiz enerji. Üstelik etkileyici. Piezo t-shirt, bedeninizdeki herhangi bir titreşimi algılayıp mp3'ünüzü şarj edebiliyor, örneğin. Bedeninizden yayılan kayıp enerjiyi kullanılabilir hale getiriyorsunuz piezoelektrik etki sayesinde.

Enerji Ekibi olarak bizi de etkileyen bu; fakat bulunduğumuz durumdan dolayı biz makroskopik ölçekte bir uygulama yapabileceğimizi biliyoruz. O nedenle amacımız kullanıcısının parmak basıncıyla batarya ihtiyacı olmayacak bir klavye yapabilmek. İTÜ gibi pratik beyinlerin olduğu bir okulda ekibimin bu işin sadece mühendislik kısmıyla ilgilenmesini istemiyorum. Projeyi bilimsel yürütmek ve kontrollü deneyler yapmak hedefimiz. Zaten bu nedenle şu anda şahsen kendim olayın parmak basıncı kısmına odaklanmış bulunmaktayım. Bu projeden kendime çıkarttığım soru, bir insan bir klavye karşısında tuşlara hangi basınç ve frekans aralığında basıyor. Bunun deneysel bilgisini elde etmek adına kontrollü deneyler hazırlıyorum ve amacım verileri yorumlayıp istatistiksel bir dağılım elde etmek ve mümkün olursa bir insanın klavyeye vuruşlarının matematiksel modellemesini yapabilmek. Bu piezo projesinden çok ayrı gözükebilir; fakat piezo klavyenin daha bilimsel tabana oturtulabilmesi için bu parametrelerin (basınç ve frekans) bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü tuşlar altındaki piezolar da aynı etkilere maruz kalacaklar.

Ben bu işle ilgileniyorum. Diğer taraftan neler yürüyor? Projeyi tamamlayacak diğer alt-çalışma piezolarımızın en verimli bağlantı şekilleri ve elde edilen işaretlerin çevrilip depolanma süreci. Kullanılabilir elektrik enerjisi üretmek adına iyi bir güç sistemi tasarlamamız gerekiyor. Burada da parmak darbesiyle piezoyu rahatsız etme derecemiz AC-DC çevirmedeki farklı metodların kayıplarını önemli hale getiriyor. Öğrenmemiz ve uygun bir hardware tasarlamamız gerekiyor.

İşte piezo cephesinde durum böyle. Eğer varsa meraklı, gelsin katılsın bize. Ben şunu yapmayı bilirim, yol gösterebilirim diyen varsa hoş gelir.

philosophy course revisited

Where were we?
After I did a lot of work on Locke, it was time to proceed. I was about to skip Berkeley to jump into Hume immediately, Prof. Stocker made a good remark about this man by saying "the ones who are mostly interested in science may like reading Berkeley".
That was the turn point, exactly.
I took Three Dialogues between Hylas and Philonous as the textbook of the course and began to discover.

I was never prejudiced. Okay, maybe a little bit. I knew he has a quite different kind of experimentalist point of view. He has objections against Locke's qualities which I enthusiastically tried to refute all over the first dialog which we were responsible of. I did not want to believe his thoughts on the existence of external world, indeed. And I really tried to put him down. I discussed many of his arguments against his precedents with Prof. Stocker, even sometimes got crazy about this kind of perspective which I tried my best to anticipate.

I always thought he was surely wrong.

But then, when it comes to make a conclusion from what I read and thought, surprisingly the conclusion I drew was quite different from what I thought before. I attacked him in my final paper, very badly. However, as being objective I sadly accepted he was right about some point... some point which every philosopher after him called this problem as the riddle of the philosophy... some point which even Hume accepted the final knockout and built up the new philosophy [experimental philosophy] upon this fact.

See what it is.

2011-08-13

Hürriyet'in Basın Ahlaksızlığı

Bu konunun lisansla bir ilişkisi yok; fakat bu olayı yaşadıktan sonra yaşadıklarımı hep paylaşmak istemiştim. İşte geliyor.

18 yaşımda yaptığım projeyle İsveç'e Türkiye'yi temsile gittim ve burada Stockholm Junior Water Prize'ı aldım. İşte ondan sonra acılı süreç başladı. Bu durum bana Türkiye ve Avrupa'daki haber yansıtışını karşılaşmak için çok iyi bir fırsat oldu.

Ödül töreni [yani sonuçlar açıklanmadan] öncesinde iki muhabir gelip benimle görüşme yapmışlardı. Bunlardan birinin hem NTVMSNBC hem de Cumhuriyet'e haber veren biri olduğunu biliyorum; diğeri hakkında çok bilgim yoktu. Onun dışında bir diğer muhabir de ödülü aldıktan sonra belirdi. Onun kimin nesi olduğunu hiç bilmiyorum. Konuşmalarımız muhabirlerin kendi kayıt cihazları yoluyla kayıt altına alındı ve tüm konuşma şu şekildeydi:
(tüm konuşmalar kabaca)
-Ödülü bekliyor musun?
-Herhangi bir ödül beklentim yok. Olabilir ya da olmayabilir, buraya gelmek ve ülkemi temsil etmek önemliydi. [sanırım burada şöyle bir şey de dedim, jüriyle görüşmem iyi geçti ama ne olacağı belli olmaz]
-Daha önce başka ödül kazandın mı?
-Evet, bir ay kadar önce daha önce hazırladığım bir projeyle yine uluslar arası bir yarışma olan First Step to Nobel Prize in Physics ödülünü aldığımı öğrendim. Onun dışında Tübitak'tan bir teşvik ödülüm var.
[kışkırtma amaçlı kısımları başlıyor]
-Ceren, projen TÜBİTAK'ın yarışmasında yarı finalde birinci olarak finale geçti; fakat finalde hiçbir ödüle layık görülmedi. Sen DSİ yoluyla bu yarışmada Türkiye'yi temsile seçildin. 
-Evet, ben Tübitak'ın düzenlediği yarışmaya üç senedir farklı projelerle katılıyorum, sadece teşvik ödülü alabildim.
-Kimlere teşekkür etmek istersin?
-Fizik hocama lise boyunca katkısından dolayı teşekkür ederim.
[proje detayı] ve son olarak
-Projenin nerede hayata geçirilmesini istersin [tarzında bir soru gelmişti.]

Ben de doğal olarak elbette öyle bir imkan olursa ülkemde olmasını isterim demiştim. Ülkemde desteklendiğim sürece bir problem yok ki! Problem destek konusunda.

Her neyse işte böyle bir konuşmadan sonra, Hürriyet'te söylemediğim tonla laf haber olarak basıldı. Ben o konuşmada Tübitak'ı iğneleyici bir söz etmedim. Düşündürücü buluyorum demedim, hele hele NOBEL'İ ALIRIM TAMAMEN SAFSATA! Ben hayatımda böyle bir söz sarf etmedim ama üzerimden sansasyonel haber yaptılar resmen. Şikayet etmeye çalıştığımda da yorumlarımı bile yayımlamadılar haber altında. Birinciliği ben alacağım diye bir söz söylemedim, ödülün bana verildiği zaman zaten yeterince şaşırmıştım. Ödül öncesi benimle konuşan herkese, beklemiyorum, bir kere burası su konusunu öne alan bir yarışma ve benim projem enerji odaklı, kazandığı nokta ayrıca çevresel olması, deyip durdum.


Beni tanıyan biri öyle bir konuşma yapmayacağımı bilir, nitekim öyle oldu da. Türkiye'ye döndüğümde insanları haberden dolayı şaşırmış buldum.
Öte yandan bu basınla iç içe geçen dönemimde [bir de ödül sonrası bir aylık bir dönem var], Osman İkiz'in NTVMSNBC ve Cumhuriyet'e verdiği doğru haberler için çok teşekkür ederim. Kendisiyle gerçekten güzel bir sohbet etmiştik.


Laf arasında bu süreç içerisinde de okuluma da kızdım. Her ne kadar Tübitak'ın uluslar arası yarışmalarda ödül alanlara verdiği ek öss puanı hiçbir şekilde umurumda olmasa da, okulum bu konuda çok istekliydi. Aslında o durum da tamamen bir facia.
SJWP Türkiye ayağı, Tübitak'ın desteklediği ama DSİ'nin yürüttüğü bir yarışma. O dönemde Tübitak DSİ'nin hazırladığı jürinin finaldeki projeleri gözlemlemesine izin vermişti ve DSİ de projesini seçmekle görevliydi. DSİ'nin bu konuda artı bir ekonomik harcamaya girmesine gerek olmuyordu. Çünkü zaten İsveç hükümeti karşılıyordu gidiş-geliş ve barınma harcamalarımızı. DSİ sadece projeyi seçiyordu, Tübitak'ta kendi yarışmasının kullanılmasına izin veriyordu.
Ödül sonrasında DSİ'den öğrendiğime göre, DSİ ve TÜBİTAK bu yarışma için anlaşma yaparken birincilik durumunda ek öss puan verilmesi konusunu konuşmamışlardı. Neden? Çünkü DSİ'nin belirttiğine göre açık bir şekilde zaten ödül alamayacağımız düşünülüyordu. [Herkesi şaşırtmayı başarmıştım, evet.] Tübitak da durumu pek umursamıyordu, dolayısıyla. Her şey bende patladı.
Ben ek puan alamamayı umursamadım; fakat okulum umursadı, [çünkü akademik başarı derdi olan bir okuldu] ve basın yoluyla Tübitak'a gönderme yapmak istediler. Bu yüzden o dönemde arada kalan hep ben oldum.

Kişisel olarak hep belirttiğim gibi Tübitak'ın bütününe kızgın olamam, olursam ancak benim dönemimde ortaöğretim proje yarışmasıyla sorumlu kişilerine ve jürilerine kızgın olabilirim. Olay bundan ibaret.

Ha tabii daha sonradan duyduğuma göre Tübitak "güya benim söylediğim laflar"a kızıp bu yarışmayı desteklemekten de çekilmiş. Ne kadar doğru bilmiyorum.

Bu süre içerisinde en hoşuma giden anılardan biri, ödülü aldığım gibi İsveç basınından iki kişi gelip bana bir metin gösterdi. Bunu izniniz varsa gazetelerde yayımlamayı düşünüyoruz, dediler. Benim söylemem gereken bir sözdü, proje özetimi ve jüri değerlendirmesini okuyup yazılmış olduğu belliydi. Son cümlesini daha açık hale getirdim, evet yayınlayabilirsiniz bu şekilde dedim. Teşekkür ettiler ve İsveç gazetelerinde ağzımdan tek o metin yayınlandı.

Türkiye ayağında ise en doğru ve en eğlenceli kısım radyo yayınları ve canlı olarak çıktığım Kanal 24'teki gece programı oldu. Her şey benim aktardığım gibiydi.

2011-08-12

Mission is Differential!

Üniversiteye başladığımızda calculus dersleri almaya başlıyoruz. İlk dönem alınan calculus aslında çok temel calculus bilgileri içeriyor; türevler, integral teknikleri, bunların uygulamaları falan derken dersin sonunda gelip polar functions çatıyor. Ne alaka önceki konularla?

Bunu Calculus 2'de multiple integraller almaya başladığınız zaman anlıyorsunuz. Polar, cylindrical, spherical coordinates. Bu ders kapsamında çoklu integral almak benim için üç boyutlu cisimlerin hacimlerini, ya da belirli surface area larını hesaplamak anlamına geliyordu. Bunun yanı sıra burada öğrenilen Jakobien hesabı o kadar tatlı bir araç ki elemantary integral yöntemleriyle çözülemeyen bazı integrallerin multiple integrals yoluyla çözülebilmesini sağlıyor. Daha tecrübelemesem de duyduğum kadarıyla elektromanyetik teori dersinde özellikle silindirik koordinat sistemlerini kullanıyormuşuz.

Bir de seri konusu var, örneğin. Seri konusu gelip polar functions ile vector calculus arasına oturuveriyor. Bir de bu konu ardından serilerle hiçbir şey bahsedilmiyor tüm calculus 2'de. Seriler sonra karşınıza çıkıyor mu?
Tabii ki.
Çıkmaması mümkün değil, çünkü gerçekten çok ama çok önem arz ediyorlar onlar matematikte. Tüm hedef Differential aslında. Diferansiyel hesabını iyi bilmeniz, tekniklerin ötesinde modelleme yapabilmeniz şu ana kadar anladığım kadarıyla üniversitedeki en büyük amaçlardan biri. Ha Differential dersinde modelleme anlatılıyor mu? Hayır. Fakat kullanılan kitap her şeyi detayına kadar açıklıyor, yani buradan self-learning yapıp modelleme konusunda bir içgörü edinebilirsiniz. Öte yandan Differential dersi güzel bir teknik ders.

Bir denklemde bir faktör ve onun değişimlerinin ifade edilebiliyor olması kadar doğal bir durum yok! İşte bunları farklı yollardan çözmeyi öğreniyoruz. Seri bilgisi bu noktada bir şeyleri ezberlememek adına önemli. Öte yandan Calculus 2'de yine partial derivatives adında bir konu görülüyor. Fikrimce konunun kendisi verdiği temel bakımından çok önemli, fakat uygulamadaki önemini yine Differential dersinde fark ediyorsunuz. Tabii öte yandan differential eqnları tamamen çözebilmek adına iyi bir integral tekniği bilginiz de olması gerekiyor.

Sonra differential dersinin en güzel konularından biri geliyor: Linear systems. Burada da kavramada problem yaşamamanız adına lineer cebir bilginizin olması gerekiyor (ki bölümümden dolayı daha ilk dönemimde linear algebra almıştım).
Tüm bu kombinasyonları fark ederken ikinci dönemimde aldığım Probability and Statistics dersinin bağlantı hattını bulamayacağımı düşünebilirsiniz. Merak etmeyin öyle değil, bu derste continuous random variables için çoklu integraller almayı bilmeniz gerekiyor. Benim bu ders kapsamında en kafamı karıştıran [o da teoriyi açıklamadan probabilitydeki yerini açıkladığı için] step ve impulse functions olmuştu. Differential dersinde bu konuların teorisini ve amacını okuduğum anda Probability dersindeki o işlem kafamda daha anlaşılır hale geldi.
Zaten impulse ve unit functions da şu anda benim için ayrı bir önem arz ediyor. Kendime bir matematiksel soru buldum ve bu sorunun cevabını gerçekleyebilmem için bu fonksiyonları kullanmam gerekiyor bariz şekilde. Fikrimce bu sorumun en basit kısımları; henüz zor kısımları üzerine odaklanabilmiş değilim. Beni uğraştıracak olsa da problemimi seviyorum ve onu çözeceğim.

Tabii bu arada Probability dersindeki MGF (moment generating function) konusundaki işlemler de differential'da convolution öğrenince açıklığa kavuşuyor.
Lineer cebir dersini alırken eigenvalue ve eigenvectors konusunu işlerken bunu başka nerede kullanabiliriz diye düşünmüştüm. İlginç şekilde differential dersinde sistemlerde elde ettiğimiz problem bir eigenvalue problemi oluverdi. Bu durum beni epey etkilemişti.

Bunlar şimdi aklıma gelenler. Daha ne bağlantılar var görseniz! Bilgiler birbirini çağırdıkça daha anlamlı hale geliyorlar ve bu yaz öğrendiğim en yararlı bilgilerden biri; hep hissetsem de nasıl olduğunu bilmiyordum fakat artık ayrıntılarıyla pek iyi biliyorum: differential is important.

Bilimsel Çalışmalarda Laborantların Yeri

İşte bilimsel etik alanındaki eski bir yazım:



İTÜ'deki ilk dönemimde aldığım Mühendislik Etiği dersinde David B. Resnik’in Bilim Etiği’ni (Ethics of Science, An Introduction, 1998) okurken aşağıdaki hayali ama gerçeklerden yola çıkılarak hazırlanmış senaryoya rastladım ve bu senaryo bende etkili bir beyin fırtınasına neden oldu.

“Laboratuar teknisyenlerine onur payı verme

John Jonart ve Sara Srumpf*, U Universitesi’nde çalışan birer biyo-teknisyen. Patent haklarını üniversiteye devretmek üzere bir anlaşma imzaladılar ve gayri resmi olarak, yayımlanacak makalelerde isimlerinin yer almamasını kabul ettiler. Normalde, kavramsal veya teorik iç görüleri çok fazla değil; fakat on yıllık bir tecrübeden sonra, deneysel işlemler hakkında çok bilgili oldular. Nitekim yeni bir epilepsi ilacıyla ilgili değerli önerilerde ve tavsiyelerde bulundular. Değerli katkılarından dolayı, yazar olarak isimlerinin geçmesini, telif veya patent hakkı almak istiyorlar. Fakat üniversite taleplerini reddediyor. En azından fikri mülkiyet hakkı veya bir parça onur payı almalı mıdırlar? Daha önce yaptıkları anlaşma adil mi?”

Anlaşmanın adil olup olmaması bir kenara, benim asıl ilgimi çeken laborantların bir parçası oldukları araştırmalarda ve projelerde onur payı alamaması. Ahmet ve Zeynep çok belli ki bu üniversitede çalışmaya bir bilim insanının bakış açısıyla değil de, bir işe sahip olabilmek amacıyla başladılar. Bu nedenle ki başlangıçta imzaladıkları anlaşma da onlara herhangi bir engel oluşturmadı. Sonuçta bilimsel kariyer peşinde olmayan insanlardı. Ancak yıllarca laborant olarak çalışmanın getirdiği bir el becerisi ve deney tasarım kabiliyeti onları bilimsel camiaya soktu ve aslında laborant olarak seneler boyunca yapılmış birçok araştırmanın da parçası oldular. Resnik’e göre bir araştırmanın parçası olmanın iki ayrı tamamlayıcı işlevi bulunmakta: araştırmaya katkı nedeniyle onurlandırma biçimi ve bu onur payının verdiği sorumluluk bilinci. Kısacası, Ahmet ve Zeynep bu araştırmalarda deneyleri tasarlayarak, yaparak ya da analiz ederek katkıda bulunuyor ve bu şekilde de araştırmaların parçaları oluyorlarsa, aynı zamanda bu araştırmaların getirdiği sorumluluğu da taşıyorlar demektir. Şu çok açık ki, yaptıkları işlerde bir problem çıkması ya da laboratuardaki teknik problemlerin araştırmayı etkilemesi durumunda araştırmacıların sorgulayacakları kişiler Ahmet ve Zeynep olacaktır. Bu durumda Ahmet ve Zeynep araştırmanın bazı sorumluluklarını zaten yüklenmiş olurlar ve bu sorumluluk da onların bir onur payı almasına bir neden değil midir?

Ben henüz bilimsel kariyerinin sıfırıncı noktasında olan bir birinci sınıf lisans öğrencisiyim. Laborantların durumunu nerede gördüm de ilgimi çekti, diye sorabilirsiniz. Cevabım, bilimsel projelerle okul laboratuarlarında geçen lise hayatımda olur. Dersten sonra zamanımı geçirdiğim laboratuarlarda benim kadar duran tek bir kişi vardı; o kişi de laboratuarlardan sorumlu laborantımızdı. Benim o dönemde bildiğim kadarıyla kendisi öğrenci deneylerini hazırlayan kişiydi. Diğer bir deyişle, hocalarımız hangi deneyin yapılacağını söylerdi; o da deney düzeneklerini kurardı. Ancak projelerim üzerinde çalışmaya başlayınca zamanımın çoğu laboratuarda geçer oldu ve bu sayede laborantımızın aslında okuldaki projelerin büyük bir parçası olduğunu gördüm.
Okul içinde farklı alanlardan birçok proje hayata geçiriliyordu. Her ne kadar hiçbir öğrenci benim kadar laboratuar solumasa da, resmi olarak birçok öğrenci proje işlerinde yer alıyordu ve lise çalışmaları da çoğunlukla deneysel oluyordu. Arkadaşlarımın projelerinde gözlemlediklerim bana laborantımızın bu projelerde bir teknisyenlik emeği olduğunu gösterdi. Kendisi deney düzeneklerini kurmaya yardımcı olur, deney materyallerini laboratuara temin eder ve laboratuarda en fazla kalan kişi olarak deneyleri kontrol ederdi. Proje yönetimlerini ve teorik alt yapıları danışman hocalar hazırlasalar da, benim gördüğüm laborantımızın kimya ve biyoloji çalışmalarında epey emeği olduğuydu, (kendisi kimya alanındandı). Onun bu projelerde bir sorumluluğu vardı. Belki okulla yaptığı anlaşma gereğince bu sorumluluğun maddi bir karşılığı var; ancak aynı karşılığı danışman hoca da alıyor. Buna rağmen, Tübitak proje yarışmasında onur payı sadece öğrenciye ve danışman hocasına veriliyor. Diğer liselerde laboratuardan sorumlu kişiler fen hocaları olabilir; ancak benim lisede gördüğüm durum bu değildi. Laborant ve hoca farklı görevleri olan kişilerdi ve olması gereken de budur. Dolayısıyla liselere özel hazırlanan bilimsel yarışmalarda laboratuar teknisyeninin aldığı sorumluluk görülmediği gibi, okuduklarımdan yola çıkarak bilimsel araştırmaların yapıldığı laboratuarlarda da teknisyenlerin görmezden gelindiğini söyleyebilirim. Resnik bu problemin çözümünü teşekkür için iş bölümünü yansıtan ve bu şekilde de onur payını veren bir sistemde görüyor. Makalelerde sadece yazarların değil, aynı zamanda “bilgileri derleyen kişi”, “teknisyen”, “istatistikçi” gibi unvanların da bulunması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu sistemle bilim insanlarına sadece gerektiği zamanlarda onur payı vermesi sağlanacaktır ve sorumluluk adil bir şekilde bölüşülecektir, (1998).

Resnik’in bu önerisini Ahmet ve Zeynep’e uygularsak aslında ortaya daha olumlu bir tablo çıkıyor. Yazılacak makalede teknisyen kısmında adı geçecek olan Ahmet ve Zeynep bu şekilde onurlandırılacaklardır. Uzunca süre çalıştıkları bu projede resmi olarak bir sorumluluk almanın yanı sıra, bir teknisyenlik kariyerleri olacaktır. Bu şekilde yaşamlarının ileriki zamanlarında farklı laboratuarlara başvururken bu projeleri kendilerine referans olarak gösterebileceklerdir. Aynı zamanda bu sistem kurulduğu zaman bir üniversitenin teknisyenlerine telif hakları karşılığında bir anlaşma imzalatması gerekmeyecektir; çünkü teknisyenler de laboratuarlarında yapılan çalışmaların bir parçası olarak görülmeye başlanacaktır.



John ve Sara adlarını okuyucu daha iyi empati yapabilesin diye Ahmet ve Zeynep adlarına dönüştürüyorum. (y.n.)

Bilimsel Etik

Surely You're Joking Mr Feynman, şu anda lisans dönemimin ikinci döneminde epey uğradığım bir kafede bitti.

".. So I have just one wish for you- the good luck to be somewhere where you are free to maintain the kind of integrity I have described, and where you do not feel forced by a need to maintain your position in the organization, or financial support, or so on, to lose your integrity. May you have that freedom."
Kitabın son bölümünün Feynman'ın deyişiyle cargo-cult science'a ayrılmış olması, daha açık bir deyişle bilimde etiksel problemlerden konuşması beklemediğim bir sondu. Lisede projelerle ve bu projelerim yüzünden TÜBİTAK'ın şu garip işlerin döndüğü ortaöğretim öğrencileri arası proje yarışmalarıyla ilgilenmiştim. Bu yarışmalarda dönmeyen iş yok. Üç sene gerek yarı-final gerek finallerinde bulunarak bunu tecrübeledim. O dönemlerde bilimde etiğe dair herhangi özel bilgim yoktu. Bu konu hakkındaki müthiş örneklerden de haberim yoktu, [çoğunu ilk dönemimde aldığım Engineering Ethics dersinde ve o derste incelediğimiz bir kitaptan öğrendim].
Tübitak'ın proje yarışmaları hakkında zamanında epey yazı yazdım. Kim bilir belki burada da yayınlarım.
Aldığım derste ilginç örneklerden bahsettik. Örneğin, daha önceden sahte konferansların düzenlendiğini ve kimi "bilim insanları"nın buralara abuk subuk paperlar gönderdiklerini bilmiyordum. İşte konu hakkında okuyabileceğiniz bir yazı, Matematik Dünyası dergisinden.
Ya da Türkiye'de yaşanan diğer bir örnek, Tübitak'ın verdiği paper yayınlama parasından daha çok nasiplenmek adına çalışmanın başlığını ve sonuçlar kısmında değişiklikler yapıp aynı konuyu farklı bir kimliğe sokup başka bir dergide yayımlamak. Bunu yapan akademisyen TOBB Üniversitesi'nde EE Departmanı'nda olmalıydı, yanlış hatırlamıyorsam.
Ya da Japonya'da Tokyo Üniversitesi'ne NASA'dan bir astronot olarak kendini tanıtan ve bu şekilde insanları kandıran Türk de diğer bir örnek olabilir bilimsel etik anlayışına ne kadar sahip olduğumuza dair.

Beni konu hakkında daha profesyonel düşünmeye iten kitap ise David Resnik'in Bilim Eğiti adlı kitabı. Bu kitapta tarihte sergilenmiş birçok etiksel probleme örnek bulabilirsiniz. Hatta daha güzeli kitabın son kısmını etiksel vakaalara ayırmış olması. Size bir durum anlatıyor ve çözüm bulmanızı istiyor. Siz de konu üzerinde uygulama yapmaya fırsat buluyorsunuz.
Bu kitabı bir çalışma titizliğiyle okumuştum ve o dönemde bir etik dersinin nasıl işlenmesi gerektiğiyle ilgili birçok düşünce geliştirmiştim.

Konuyla ilgili bir teorim: Bence etik dersleri uygulama tabanlı olmalı. Eğitmen en başlangıçta elinde tarih içerisinde gerçekleşmiş ve hala gerçekleşen vakaalardan yola çıkarak hazırlanmış vakaa kurgularını gruplara dağıtmalı. Herkes elindeki kurgudaki etiksel bir problem işlemek üzere olan karaktere bürünmeli ve durum hakkında bir çözüm geliştirmelidir. Sonunda da sorununu ve çözümünü tüm sınıfla paylaşmalıdır. Öğrencinin geliştirdiği çözümü sınıf kabul eder ya da yetersiz bulur. Aynı zamanda konuyla ilgili tarihsel süreci takip edebilmek için vakaalar sunumlar şeklinde işlenebilir, sınıf içinde tartışılabilir.

Sorgulama

Lisede aynı anda birden çok iş yapardım. Sürekli dolu ve meşgul bir hayatım vardı. Derslerden sonra kimi zaman akşama kadar labta geçirirdim zamanımı, kimi zaman evde odama kapanır çeşitli yazılar yazardım. Öykü olsun, şiir olsun, makale, deneme olsun. Yaptığım her iş beni o kadar heyecanlandırırdı ki, ne kadar yorulduğumu hissetmezdim. Uykusuz kalırdım; fakat fark etmezdim. Aklıma ilginç bir nokta geldiğinde hemen oturup yazmaya başlardım, yazarken düşünürdüm ve fikri daha da geliştirirdim.

Hayatımda bir yer kaplayan her aktivitenin bende uyandırdığı farklı hissiyatlar vardı. Örneğin, bir şeye odaklanmışken flüt çalmam gerektiğini hissediyorsam, yaptığım işi bırakır ve hemen elime flüdümü alırdım. İlla bir nota kağıdına bakmak gerekmezdi çalmam için, o sırada ne hissediyorsam onu çalardım ve bu çoğunlukla doğaçlama melodiler olurdu. Onu çalarken bilirdim ki hala kafam bir önceki konuda meşgul, arka planda bir şeyler, bir çözüm düşünüyor ve böyle zamanlar da kafamın karışıklığını daha çabuk çözerdim.

Okulda da tonla şeyle uğraşırdım. Tek bir arada rahat durmazdım, oradan oraya koşturmam gerekirdi. Özene bezene bir dergi kurmuştum ve aynı titizlikle okuldan mezun oluncaya kadar onunla ilgilendim. Tüm sistemini kurmuştum, yeni gelenlerin nasıl kadroya alınacağı, zaman içinde nasıl usta-çırak ilişkisiyle editörün işi küçüklere devredeceği, sistemin nasıl kendi kendini evrimleştirebilmesi ve olabildiğince kalıcı olması. O dönemde de uzun zamandır yazı yazdığımdan yazıların düzeltmelerini yapmak zor bir eylem olmazdı benim için, fakat bu dergiyle uğraşmaktan bir süre sonra yazılardaki noktalama, yazım, mantık hatalarını çok daha hızlı görür olmuştum. Bu editörlük işine kendimi o kadar kaptırmıştım ki, eğlencesine kitap okuyamaz olmuştum. Okuduğum her şeydeki hataları anında görürdüm ve tabii bu da benim dikkatimi dağıtırdı.

REFORM'u (derginin adı) okuldan mezun olmaya yakın o kadar büyütmüştüm ki, dergi ekibiyle okulda belgesel günleri düzenlemeye başlamıştık. Hatta en heyecanlı anlardan biri, Reform'un tek bir sayılık da olsa renkli basım yapabilmesiydi. Son senemin ilk sayısıydı ve 2009 Gökbilim Yılı'na ithafen ben de bu sevgili dergimin kapak konusunu Gökbilim yapmak istemiştim. E dergi gökbilim içerecek, renksiz mi olsaydı? Standart olarak Reform geri dönüşümlü kağıda siyah-beyaz basılırdı. Çokça fotoğraf kullanmazdık, onun yerine karikatürist arkadaşlarımız çizimler yapardı. Her çizim yapanın sorumlu olduğu bir yazı olurdu, ona uygun çizim yapmaya gayret ederlerdi, [bazen de rastgele serpiştirirdik]. Okulun baskı odasında basılırdı, öğrenciden hiçbir ücret çıkmazdı. Durum böyle olunca renkli baskı biraz problem olmuştu, ama hazırladık ve sonunda tek bir kereliğine de olsa renkli bir Reform ortaya çıkmıştı.
Reform'u gerçekten çok özlüyorum, ben ve benim gibi birkaç insan ona gerçekten gönül vermiştik. Kapaktan içindeki her bir yazıya, her bir çizime kadar tamamen bizim emeğimizdi, orijinaldi.

Ben gitmeden bir sene önce olası editör adaylarıyla daha fazla vakit geçirmeye başladım. Son dönemimde de tamamen onlara bıraktım, Reform hala çıkıyor. Çıkış temposunu çok bilmiyorum; ama devam edebiliyor olması bile kendim için saydığım büyük bir başarı.

Okulda özel günlerde törenler yapılırdı. Sıkıcı, uzun konuşmaları olan törenler olmazdı bunlar. Görselliği yüklü merasimler olurdu daha çok. Bunlarda görev almak eğlenceliydi. Kimi zaman sunuculuk, kimi zaman bir oyunda rol, kimi zaman orkestrada yer alırdım. Lisede çoğu şeyi denedim, fakat müzik tamamen ayrı bir boyuttu. Ben profesyonel bir müzisyen değilim, her ne kadar bir ara bu yolda oldukça adım atsam da, şu anda amatör bir flütçüyüm. Benim için büyük bir iş olan bir aktiviteyi zamanla hobi haline dönüştürdüm. Klasik bir eseri çalarken ve çalma tecrübesini oturttuktan sonra dinlerken aldığınız haz her şeyden ayrıdır, özellikle de bu tür müziği seviyorsanız. Her eserin bir öyküsü vardır. Eğer kurallara göre oynarsanız, cümleleri hissedersiniz. Noktaları görürsünüz, nefes yerleriniz bellidir. Hiçbir çalış yeterli değildir, parçanın hakkını verdiğiniz ana kadar.
Teknik çok önemlidir, bariz şekilde sizi geliştiren aktivite. Ama bir parçayı çalarken hissettikleriniz ve hissettiklerinizi dinleyiciye melodi yoluyla iletebilmeniz daha önemli. Bir süreliğini bilincinizin dışına çıkmak ve müziğin sizi bedenen kontrol etmesine izin vermelisiniz. Bir kurgu yazmak bile beni bunu yapabildiğim zamanlardan daha az etkilemiştir.


Şimdiki hayatımı düşünüyorum. Özellikle de lisansımın ilk yılını... Aklımda garip düşünceler oluşmaya başlamıştı. Ceren, çok dağılmayacaksın bu sefer lisansta sadece bilime odaklanacaksın, deyip durdum çoğu kez kendime. Dedim ki, bu sefer öyle kulüpmüş, dergiymiş, bla bla yok. Bu sefer sadece ama sadece matematik ve fizik var, dedim. Başkanlıkmış, editörlükmüş, oymuş buymuş yok, bu sefer sadece lab var dedim. Zaten dedim, fizikten ikinci ana dal da yaparsan vay haline, cidden hayatın sadece fizik ve matematik olacak, tamam mı?

Kendimi buna ayarlamışken bir kitap geldi beni dağıttı. Hangi bilim insanın biyografisini okusam hayatımda yeni dönemler başlar, bana farklı bir bakış açısı sunar, o biyografi. Taa 15 yaşımda Nash'in biyografisini okuduğum vakit yaza girerken, tüm yazı matematik kitapları okuyarak ve asal sayılarla oynayarak geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu sefer de Feynman'ın otobiyografisini okuma "hatası"nda bulundum, sanırım ki bu beni daha çok etkiledi.
Bi' an durdum, yahu Ceren bu adam da bir sürü şey yapmış hayatında, sadece fizik yapmamış ki!

Adam hayatını yaşamış, Ceren. Ne istiyorsa onu yapmış, bu onun zihinsel olarak daha özgür ve geniş düşünebilmesine imkan vermiş. Sen kendini her şeyden soyutlasan daha mı başarılı olacaksın acaba? Gelişim sürecinde kendine bu kadar farklı yönler katabilmişken?

Okuduğum basım, 85 orijinal dilde basım. Kitabın 179. sayfasına kadar her şey normaldi, "bana göre". Feynman kimyayla da ilgilenmiş, biyolojiyle de, bilimin her alanına el atmaya çalışmış, gerçek bir bilim insanı gibi işte, dedim. Ama O Americano, Outra Vez! den itibaren kendime gelmeye başladım. Brezilya'ya gittiğinde merakından sambacıların yanına gitmesi ve orada frigideira çalmaya başlaması ve üstelik bu konuda o kadar iyi olup karnavala çıkması! Adam bambaşka bir hayat yaratmıştı kendine! Bu o kadar hoşuma gitti ki! Kitabın daha ilerilerinde aynı durumu drums için yapması ve yine aynı şekilde farklı bir hayat çıkartması kendinden buna! Gidebileceği son ana kadar gitmek. Bir baleye eşlik ediyor.

Fakat beni asıl vuran kısım Feynman'ın çizim yeteneğini geliştirmesi oldu. Resmen profesyonel bir sanatçı oluyor, çizimleri satılıyor, sergileniyor. Ama o aslında bir fizikçi, fakat aynı zamanda bir ressam. Üstelik doğuştan bir ressam da değil, sadece merakından kendini geliştirmiş bir ressam.

Kitabı okurken aklıma hep yaptığım ama nedense lisansımın ilk senesinde bir güzel boşladığım ve yaptığımda beni mutlu eden işlerim geldi. Yazmak, ne olursa! Kısa bir öykü belki ya da içten gelen bir şiir, anlık birkaç mısra... Ya da büyük projemin üzerinde çalışmak! Bilimkurgu romanım, sana ihanet ettim, tam bir yıl önce başlayıp bir ayda yarısını yazdığım ama sonra lisansın hengamesine tutunup boşladığım romanım. Binbir emekle gerçek araştırmalarla süslediğim romanım. Yaş 19, ilk roman vakti için olgunlaştım deyip matematiksel iskeletini hazırladığım romanım.

Flüdüm! Bir sene boyunca tek bir klasik eser layık gördüğüm flüdüm. Yuvarlağın Köşeleri olmasa hiç elime almayacağım flüdüm. Seni neden bıraktım bir köşeye?
Sonra dedim kendi kendime, bunları hemen telafi edeceğim.
Ve dedim, lisanstasın. Kampüsteki sosyal imkanları biraz değerlendirmelisin. Mesela düzenli yüzmek, bir bisiklet takımı varsa ona katılmak ya da ne biliyim badminton oynamak falan? Sadece eğlencesine ve nasıl düşeceğimi öğrenmek adına buz pateni denemek?

Neden olmasın ki?

2011-08-11

Einstein's Dreams

Short Stories dersi sayesinde muhteşem bir bilim kurgu kitabından haberim oldu: Einstein's Dream by Alan Lightman.
Tek kelimeyle harika bir kitap. Uzun yıllardır bilimkurgu okuyorum, bir kitabın beni oldukça etkilemesi parmağımla sayabileceğim kadarken, bu kitap beni tam kalbimden vurdu.

İçindeki tüm hikayeler zaman üzerindeki varyasyonlardan oluşuyor. Yani tüm kurgu zaman üzerine kurulu.

"Eğer zaman bir daire olsaydı,...."
"Bu dünyada zaman yükseklerde aşağılara göre daha az hızlı geçiyor..."
..
.

Hikayeler max. 4-5 sayfadan oluşuyor ve her hikayede öncelikle o dünyada zamanın nasıl hissedildiği söyleniyor, ardından da insanların bu zamana göre yaşamlarından ufak nüanslara yer veriliyor.
Öyküleri okuduğunuz zaman, bu kitabın klasik bir romancı ya da edebiyatçıdan değil de, gerçekten bir teorik fizikçiden çıktığını anlıyorsunuz!
Evet, bir fizikçinin zaman kavrayışını bilimkurgusal düzeye getirişi bu kadar etkileyici olabilir!

Güzel filmlere ilham verdiğini hissediyorsunuz. Örneğin, The Curious Case of Benjamin Button'ın ana teması bu hikayelerden birinde. Yani, yazar diyor ki, ya zaman tersine aksaydı? Herkes yaşlı doğup bebek ölseydi?

a lost certainty or not

Here is the final work which I did in Short Stories class. Our instructor organized the course in a way that we always read science-fiction stories. I always liked them, read Asimov, Clark, Le Guin and some others. I also wrote science-fiction (I have been still writing it but I gave a little break. now it's time to recover)
As a note, this story I indeed like. It has a different kind of telling. Le Guin is always like that. I suggest especially the Left Hand of Darkness. [Karanlığın Sol Eli Türkçe çevirisi, Ayrıntı Yayınları]



13.03.2011 

          Schrödinger’s Cat is a story which was written by Ursula K. Le Guin whose work is not easily classified and mostly mentioned with the adjective of ‘weird’. She usually discusses the social topics in her stories such as morality, political ideology, racial interactions which can differ for alternative societies or as in the story of Schrödinger’s Cat, she takes the social implications of scientific truths into consideration. The story is composed of two parts, the narration and the action part. After a heavy and poetic description of the scene, the author lets two characters speak: The narrator whose cat is Schrödinger’s Cat and the mailman dog which is dog and human simultaneously. They discuss on the experimental setup of Schrödinger and put the cat into the box. According to the Gedankenexperiment of Schrödinger, the photon can be reflected or deflected by fifty percent of probability which can trigger the instrument that releases the poison. So, by a half probability the cat is dead or alive. Since in the quantum world all probabilities can be represented as a linear combination of probability wave functions before the observation, the cat is dead and alive simultaneously again before the observation. However when a variable from the outside of the quantum world such as a human eye observes, s/he collapses all probabilities into only one probability which is also dependent on space and time. Therefore, there is no way of predicting the earlier events before the observation which can be also classified as “uncertain”. The observer brings the certainty into the space/time reality by his own will. So, in this story Le Guin dramatically puts emphasize on the effects of the apprehension of the uncertainty in the universe by giving references to scientific principles and sub/atomic world.




The references of Le Guin given to sub-atomic world are composing the descriptive part of the narration. From this perspective, it is clearly seen what the story tells is deeply related to the molecules, atoms and so on. In the very beginning, the narrator gets started as talking about the break-up of a couple. This break-up smartly symbolizes the disintegration while being a couple represents the recombination of atoms, “The pieces of him trotted around bouncing and cheeping, like little chicks, but she was finally reduced to nothing but a mass of nerves: rather like fine chicken-wire, in fact, but hopelessly tangled.” They were hopelessly tangled even they broke up, since the atoms disintegrate and recombine without ceasing. In the followings, the narrator begins to talk about the heat which is also a reference to atomic world, because it is a type of energy which speeds up the molecules. The other symbol that is common to the story is music such as the piece of The Well-Tempered Clavier by Bach and the composer Schumann at the end. Music is composed of sound waves which can be reduced to the behaviors of atoms. Moreover, the fast movements of cats are used as a symbol as well, “… all they did was ZAP and gone. They lacked presence.” They are reflected as molecules and atoms that are bouncing up and down without a stop. All these details in the story want to point out the chaos and the unpredictability of the sub/atomic world.

Le Guin evaluates the effects of grasping and understanding the uncertainty in the story. Human wants certainty due to his nature. It is hard to accept and live with uncertain events and situations. However quantum mechanics ironically shows that everything around us contains a definite amount of uncertainty. Heisenberg Uncertainty Principle already mentions that we cannot know the exact position and velocity (momentum) of a particle simultaneously.  That is why Rover, the mailman dog, says, “I can’t stand this terrible uncertainty”. Nature contains this uncertainty in its formation and shows itself in the laws. Furthermore, Le Guin points out the paralleled realities that exist simultaneously in time. Before it is decided, one event is only one of the possible future events; however after the decision, it becomes reality or certain truth. Therefore, we cannot predict previous future events and this uncertainty becomes an important problem in quantum mechanics. The quotation of “We cannot predict the behavior of the photon and thus once it has behaved, we cannot predict the state of the system it has determined… So it is beautifully demonstrated that if you desire certainty, you must create it yourself!” refers quantum weirdness of uncertainty in the story. Rover bursts into tears and his words “certainty, all I want is certainty” shows that Le Guin successfully touches the difficulty of science can be a substitute for spiritual hope.

The reader can observe plenty of scientific references in the story. In the narration part of the story, the author touches Michelangelo’s Last Judgment portrait which can be a symbol of the connection between the observation and certainty. Last Judgment comes with the observation in the experiment and “He observes. Indeed one wonders if Hell would exist, if he did not look at it”, as the narrator says. Furthermore, the quotation of “It is the note A, the one that drove the composer Schumann mad”, interestingly questions if the uncertainty of the quantum world which Heisenberg found out, drove him crazy. In one conversation, after Rover says that he wants only certainty and to know for sure that God plays dice with the world, the words of the narrator seem quite strange, “Do you think he’s going to leave you a note about it in the box?” This part of the story is like a reminder of a famous conversation between Bohr and Einstein. The words of narrator can be also interpreted as “Do you really think that you can decide whether God plays dice or not?” which is the words of Bohr directed to Einstein after his famous phrase of “God does not play dice with the world”. Ironically the information of this uncertainty is not sufficient to answer this question.

As a result, Le Guin mainly criticizes the insufficiency of science in spiritual seek of human as well as she decorates the plot with many references to atomic world and scientific principles. The uncertainty is rooted in the essence of science and it is the law of nature itself to define the event in a limited certainty. Even though it is hard to grasp this reality, we are also a part of this nature and uncertainty. That is why I wonder if we really lost the certainty, when I read last words of the story, “Wonder if he [the cat] found what it was we lost”.