Dün gece daha önce hiç yapmadığım ama hep yapmak istediğim bir şeyi yaptım. Sarıyer'den Beşiktaş'a yürüdüm.
Nedenlerden biri gelenekseldi. Dedem sonra da babam kendi zamanlarında Sarıyer'den Samatya'ya yürümüştü. Ben de madem siz yürüdünüz, ben de yürürüm, deyip bunu kafama koymuştum. Diğer taraftan ve daha önemlisi bu aktivite İstanbul'un en güzel kısımlarından biri olan sahil şeridini taşıt ile değil de yavaş yavaş ve göre göre gezebilmemizi sağladı.
Yorucuydu. Kabul. Saat 8 civarı Sarıyer'den Büyükdere'ye yürüyüp önce akşam yemeğimizi yedik. Ardından asıl kısım başladı. Sanıyorum Köybaşı Caddesi'nde önce gayet tenha ve birkaç kişinin balık tuttuğu bir yerde bir seyyar satıcıya rastladık. İki çay, bir kağıt helva, fıstık ile biraz dinlendik. Sonra ver elini İstinye. Daha önce İstinye'yi gezmemiştim. Sahile kurulmuş (Mado) kafeyi görünce, bir dondurma yiyelim, dedik. Oraya oturduğumuzda saat 10'u geçiyordu. Çok geç kalmadan tekrar koyulduk yürümeye.
Köprüleri saydık. Boğaziçi köprüsünün FSM'ye göre daha kontrollü bir ışıklandırması olduğunu fark ettik. Yeniköy civarlarında sahili kaplayan yalılar ve yolları kaplayan park etmiş araçlar sağ olsun, hafif yoldan yürümek zorunda kaldık.
Hisarın önünden geçtik, o sırada cadde kenarındaki birkaç bar da coşmuştu. Cayıp otobüse binsek mi dedik. Oturduk, dinlendik. Saat 2 civarında Bebek'teydik. İnsanlar süslenmiş daha yeni dışarı çıkıyor havası veriyorlardı.
Hep 2. köprünün yolunu gözledik. Çünkü biliyorduk ki köprüyü geçince Ortaköy geliyordu. Sonra da Beşiktaş. Ama o köprü bir türlü gelmedi. İnsan sohbete dalınca ayaklarının sızısını unutuyor.
Kuruçeşme Arena'nın önü deliler gibi kalabalıktı. İlerlemeye devam ettik. Kah dinlendik kah ilerledik derken Beşiktaş'a ulaştık, hem de saat 03.45'te.
Bir zamandan sonra denize bakmaz olduk. Tam yerini bilmiyorum; fakat bu seyyar satıcıya rastladığımız yere gelmeden nasıl bir yerden geçtiysek ortalık minik fare kaynıyordu. Bildiğiniz cadde yanındaki kaldırımlarda koşturuyorlardı. Kayalıkların üzerinde sekiyorlardı. Hatta burada hayatımın ilk zıplayan faresini gördüm. Bir karış kadar yatay olarak yer çekimini yendi ve aşağı inip koşmaya başladı. Çünkü korkmuştu.
Emin FSM'nin ışıklarını yakından fotoğrafa almak istiyordu; fakat yanına geldiğimizde garip bir şekilde ışıkları söndü. Yeniköy taraflarında çok tatlı ışıklı bir ağaç gördük. Çoğu dalına lamba asmışlardı.
Bu arada gömlek satan Vakko'nun çikolata işine de girdiğini öğrendik ve bununla ilgili epey(!) doğaçlama yaptık.
Sanela diye bir yerin etrafındaki denizi görsel olarak temizlemesine karşın, oraya ulaşmadan hemen önce denizin üzerinde yüzen pisliklerin olduğunu fark ettik. Ee dedim mikroplar? Emin de, göz görmeyince gönül katlanır, dedi.
Bir ara yorgunluktan epey güldüğümüzü hatırlıyorum.
Sonuçta, yaklaşık 20 km yürüdüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder