Başka Bir Dünya filminde gökyüzünde beliren ikinci bir Dünya'nın (bir nevi parallel bir evrendeki Dünya'nın görünür olması) filmdeki karakterlerin hayatına nasıl dokunduğu anlatılıyordu. Bu yönden Kökler filmine göre daha durağan bir ilerleyişi vardı. Ayrıca Başka Bir Dünya'da sahne çekimleri daha amatör bir hava uyandırıyordu, ancak film bittiğinde içine girdiğiniz duygu ve düşünme karmaşası aynen yerini korumuş Kökler'de de. Yönetmenin kamerasını çok daha içten bir anlatıma döndürdüğünü hissedebiliyorsunuz. Bazı sahneler o kadar bizim hayatımızdan alınmış ki bir bilim kurgu filmi olmasına karşın gerçekçiliğini doyasıya görebiliyorsunuz. Elbette bilim kurguya bu yönden bakmayanlar için bu bir motivasyon olmayacak, ancak bilim kurguyu aksiyona indirgemiş bir popüler kültürden bıkmışlar için bu tür adeta bir su kaynağı.
Kökler, New York Üniversitesi'nde doktora yapan ve uzmanlaşma alanı göz olan bir moleküler biyolojicinin gerçekten olağan-dışı hikayesini anlatıyor. Filmin çelişkisi çoğu bilim insanın er ya da geç karşı karşıya kaldığı çeşitten. Ne Tanrı'yı ne de ölümden sonra hayatı kanıtlayan hiçbir verimiz yok, dolayısıyla dini inanç bilimsel bilginin sınırlarına dahil bir alan değil. Ian (filmin baş karakteri) da aynen böyle düşünen işinde gücünde bir bilim insanı. Ayrıca amacı gözün evrimini açık bir şekilde göstermek ve göz'ü akıllı tasarım teorisine alet edenlerin çenesini kapamak. Filmin dönüş noktalarından birinde rotasyon öğrencisiyle başladığı gözün oluşmasını sağlayan gene sahip bir tür solucanda sıfırdan göz yaratma araştırmasının da temellerini atıyorlar. Filmin bu yan konusu elbette kurgunun gerçekçiliğini arttırıyor, ayrıca hafiften bir evrim teorisine de dokunuyor. Ancak belki de kurgu için daha önemlisi, baş karakterin yaşadığı çelişkinin kutup noktalarından birini oluşturuyor olması. Her bilim insanı gibi Ian da yaşadığı hayata zıt bir karakterle bir araya gelmediği sürece bu kutup noktasında kendi küçük salınımlarını yaşar durur, ancak genel itibariyle o kutuptan asla ayrılmaz. Laboratuvarı ve göz üzerine çalışması ana karakterin bu kutbunu çok net ortaya koyuyor. Fakat ana karakterin hayatına salınım katan ikinci ana karakter daha filmin başından kurguya dahil oluyor, gözleriyle. Çalkantılı bir hayatı olduğunu anladığımız Sofi adının da simgelediği şekilde ruhani zekası yüksek olan bir kız ve film boyunca farklı analojilerle Ian'a diğer kutbu göstermeye çalışıyor. Analojilerin filmin farklı yerlerine gizlenmiş detaylarda beliriyor olması da düşünsel olarak seyirciye doyum yaşatabilecek türden. Filmde birden çok kopuş noktasına rastlıyorsunuz, hatta bir noktada sanki konudan konuya atlıyor izlenimi bile verebiliyor bu ani gelişmeler. Ancak genel olarak film hep göz teması etrafında gelişiyor. Filmin başında sadece ana karakterin çalıştığı bir konu olarak tanıtılan göz'e filmin ikinci yarısından itibaren şaşırtıcı bir şekilde bilim kurgusal bir özellik kazandırıyor senarist (ki yönetmenin kendisi). Dolayısıyla filmdeki etkisinin zayıfladığını düşündüğünüz anda ana temanın filme geri dönüşü çok şaşalı. Nitekim bu noktadan itibaren film daha dinamik bir yapıya bürünüyor ve iniş çıkışlarla çelişkilerin de pek de çözümlenemediği bir sona varıyorsunuz.
Filmi izlemeyi düşünenler için yeterli bir motivasyon olduğunu düşünüyorum. Bu noktadan itibaren filmin can alıcı noktalarını açıklayıp bazı yerleri tartışacağım. Dolayısıyla spoiler riski taşımakta.
Genetik olarak aynı kodu taşıyan bir çift gözün iris tabakası bile birbirinden farklı olabiliyor. Bu da iris oluşumunda sadece genetik faktörlerin önemli olmadığını gösteriyor. Her insanın kendine has bir iris örüntüsü var, hatta bu özelliği sayesinde iris bir biyo-kimlik olarak da kullanılabiliyor. Bütün filmin üzerine oturduğu ve bence filmin en göz alıcı düşüncesi, iris örüntüsünün beyindeki nöral bağlantılara dair fikir veriyor olduğu iddiası. Hafıza dediğimiz kavramı kabaca beyinde birbirine özel şekillerde bağlanmış milyonlarca sinir hücresi yığını olduğunu düşünürsek bu iddianın hafızaya kadar dayandırılabileceğini görebilirsiniz. Filmde bu uçuk kaçık nokta aslında sadece tek bir cümleyle kendini belli ediyor: "İris örüntüsünün aynı olması beyinde nöral benzerliği gösteriyor olabilir" ya da buna benzer bir replikti.
Eğer bir iris örüntüsünün başka birinde yeniden oluşması uzun bir süre içinde gerçekleşseydi daha anlamlı olabilirdi bilimsel olarak. Bu haliyle bile ilginç bilimsel sorular doğurabilir. Dolayısıyla aslında bu tarz minik noktalar (bariz şekilde reenkarnasyonu ima etmesi) filmin bilim kurgudan inanç felsefesine doğru kayışını net gösteriyor. Ian, filmin sonunda yedi sene önce ölmüş olan Sofi'nin reenkarne olduğu iddia edilen küçük Hint kızına ufak bir test yapıyor. Test sonucu rastlantısal yüzdenin üzerine çıkamıyor ve kurgunun bu şekilde ilerlemesi aslında oldukça gerçekçi. Ancak ilginç bir şekilde asansörde ölmüş olan Sofi'yi sanki gerçekten biliyormuş gibi asansöre binmeye çalıştıklarında ağlamaya başlıyor kız ve asansöre binmek istemiyor. Bu da senaryonun bi' nevi son çığlığı. Senaristin kendine has 'bilimsel testi geçemedi ama var' deyişi.
Kısacası sonu, bilimsel bir aklı yeterince memnun etmese de (çünkü gerçeklikten ve bilim kurgudan kopuyor), sorduğu sorular ve filmin ilerleyişi güzel bir psikolojik bilim kurgu örneği veriyor. Sonuçta bilim kurgu, bilimsel literatürde (henüz) olmasa da hayalimizde var olan kavramların ve nesnelerin kağıtta ya da ekranda kendini bulması. Bu film bana bir bilim insanı adayı olarak ben böyle bir deney verisiyle karşılaşsam ne yapardım sorusunu sordurdu. Ana karakter gibi üzerine gitmeden yapamazdım herhalde!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder