Final haftası beklediğimden daha yoğun geçti. Sadece iki kere spora gidebildim, ancak spordan daha çok yoran aktivitelerim oldu, ev taşımak gibi. Bazı arkadaşların yoğun tavsiyelerine rağmen bir taksi tutup bütün odamı bir anda taşımamayı tercih ettim. Bu da bisiklet tepesinde birkaç kez iki ev arasında gidip gelmeye denk geldi. Gerçekten oldukça yorucuydu. Nitekim hiçbir zaman yeni bir evi mükemmel bir şekilde bulmuyorsunuz. Mutlaka eksik bir şeyleri oluyor. Finlandiya'daki odamda olduğu gibi bu yeni odamın da avizesi olmadığını keşfettim. Odayı kiralayan arkadaş bir lamba bırakmış, yine de yeterli bulmadım ve 5 tane kafası olan bir yer lambası aldım. Gerçekten çok komik:
O bu şu derken finaller bitiverdi, bir sonraki günü Amerika gezim başladı.
Yaklaşık 1,5 ay öncesinden planlamıştık. 6 günlük Washington - NYC - Boston gezisi. İstisnasız her gün ayak acısı çektim, çünkü genelde hep yürüdük ve olabildiğince az toplu taşıma kullanmaya çalıştık. Nitekim pahalıydı da. Bu geziden ve özellikle Amerikan Doğal Tarih müzesindeki bazı kısımlar üzerine yazılar yazacağım.
Aslında fark etmeden ilk odama bağlanmışım. En büyük problemim, hemen bir şeylere bağlanıyorum. Finlandiya'daki bisikletimi satarken de üzülmüştüm. Şimdiki bisikletim sağlam olmasına rağmen çirkinlik konusunda diğer bisikletlerle yarışabilir ama nedense ona da bağlandım. Herhalde evimi sırtında taşıyıp pes etmediği için bir tür minnet duygusu duyuyorum kendisine. lol.
İlk odam okulun bir yurdunun içindeydi ve en büyük problemi gürültüydü. Odalar arası izolasyon yok gibiydi, dolayısıyla ilk başlarda rahatsız oldum ve bazı insanlarla sorun da yaşadım. Yine de ilginç bir şekilde ona bile alışmışım. Kendisi hakkında en çok sevdiğim şey, bir duvarının tamamen pano olmasıydı! Cinayet falan çözmek için ideal, tabii benim çözecek bir cinayetim değil, bir sürü fizik problemim vardı.
Evet şaka maka buraya gelirken kafama koyduğum her şeyi adım adım yaptım. Acaba IQC'de (EHB) tezimi yapmam mümkün olur mu diye kara kara düşünürken, başvurum kabul oldu. Tez konumdan ilerleyen haftalarda, çalışmam biraz daha olgunlaşınca bahsedeceğim. Ama kısaca, IQC'nin süperiletken qubitlerle çalışan lablarından birindeyim. İşim de, quantum optik bir cihazın teorik modellemesi. Finlandiya'da yaptığım projenin daha derin bir versiyonu, aynı zamanda deneysel olarak da sınanabilir bir teori bekleniyor. Kısacası epey eğitici olacak gibi duruyor.
Aynı zamanda mayısın sonunda IQC'de yapılacak 2 haftalık kuantum hesaplama teorik ve deneysel okuluna katılacağım. Bu da alanın farklı kollarını öğrenmem açısından yararlı olacak gibi duruyor. Şu aşağıdaki kitabı çalışmaya başladık bu okul için:
Bu okulla ilgili izlenimlerimi de günbegün yazmayı planlıyorum, zamanıma göre.
Bu dönem aldığım derslerden biri, Geometrik ve Fiziksel Optik dersiydi. Aslında Optik 1 gibi bir ders. Hecht'in kitabını çalıştık, sadece ilk yarısı. Örneğin Fourier optiği yoktu ders içeriğinde. Umarım İTÜ'de alacağım Optik 2 dersinde bu konuyu çalışmayı planlıyorum. Aslında bu ders, geometrik optiği oldukça sezgisel bir şekilde anlatıyor. Lisede görülen geometrik optik, ne yazık ki dalga kökeniyle birleştirilemediğinden sanki fiziğin diğer konularından ayrı bir alanmış gibi aktarılır öğrenciye. Bu da temelde 'dalga' kavramının aslında çok geç görülmesinden kaynaklanıyor. Liseden mezun öğrenci, fiziğin parçacık ayağını hemen hemen anlıyor, fakat dalga ayağı oldukça eksik kalıyor. Nitekim lise fizik öğretmenleri de dalga konusunda tıkanıp kalabiliyor. Birçoğu ışığın bir elektromanyetik dalga olmasını bile sindirebilmiş değil.
Aslında mesele oldukça basit. Geometrik optikte, dalganın dalgaboyu ihmal ediliyor ve bu da dalganın ışın temsilini kullanmamıza izin veriyor. Dolayısıyla aynalardaki yansımalar ve lenslerdeki kırılmalar ışınlarla temsil edilebiliyor. Öte yandan fiziksel optik, dalgaboyunu hesaba katarak çözmemiz gereken problemleri içeriyor, gözlüklerin camlarına kaplanan yansımayı engelleyici filmlerin ya da sabun köpüklerinin fiziği gibi. Vakit bulabilirsem bu dersteki bazı ilginç şeylerden detaylıca bahsetmeyi düşünüyorum.
Optik dersini epey pekiştiren diğer dersim Optik Haberleşme dersi oldu. Bu ders de dalga kılavuzlarında ilerleyen elektromanyetik dalgaları tekrar ederek başlıyor. Nitekim hemen ardından fiberlerdeki dalgalara geçiyor ve bu da aslında silindirik dalga kılavuzunda Maxwell denklemlerini çözmek demek. Bessel fonksiyonları ve voila: İlerleyen modlar. Bu açıdan EM dalga dersinden bir farkı yoktu, fakat bu konuyu QM dersini aldıktan sonra bir kez daha görmek resmen kafamda ışık yaktı. Ha kuantum well'de Schrödinger denklemi çözmüşsünüz, ha optik/mikrodalga dalga kılavuzunda dalga denklemini. Temelde iki denklem farklı kısmi differensiyel denklemler; ancak iki problem de sınır değeri problemi olduğundan sonuç olarak size bazı kuantize modlar sunuyor. Yani kavramsal olarak birbirlerine çok yakınlar.
Bu dersin sadece başlangıcı. Ardından fiberlerde taşınan ışığın nasıl oluşturulduğunu öğreniyorsunuz: yani LED diyotların çalışma prensibi ve ardından lazer mantığıyla çalışan lazer diyotlar. Bir elektronik 1'e dönüş, elektronlar-delikler havada uçuşuyor falan. Hafiften bir katı hal'e dokunuş. Sonra da foto-detektörleri öğrenmeye başlıyorsunuz ve elbette 'noise' konusunu çalışıyorsunuz. Bu noktada en sevindiğim şey özellikle shot noise/quantum noise konusunda dersin oldukça açıklayıcı olmasıydı. Kısa bir fiberlerde dijital bilgi aktarımından sonra ders bitiyor. Bütün EHB hayatım boyunca aldığım en yararlı derslerden biriydi, kuşkusuz. Ayrıca labları vardı ve bu lablar sayesinde fiberlerle ve lazerle çalışma imkanı da buldum.
Pattern Recognition, EE'deki bir stajımda ve Bilge hocanın DSP uygulama dersinde ucundan tutmaya başladığım bir konuydu. Burada hazır dersini bulmuşken teorik temellerini daha iyi öğrenmek adına dersi aldım. Gerçekten o zamana kadar öğrendiklerimin devede kulak olduğunu anladım. Çok daha geniş bir konunun sadece ufak bir kesimiyle çalışmışım. Ders, sınıflandırma ve kümeleme teorisini tamamen öğrenmem açısından oldukça yararlı oldu. Ayrıca geleceğimde de bu konunun olmayacağına da karar vermemi sağladı. Tamamen ayrı bir kulvar.
Geçen yazıda bahsetmeyi unuttuğum bir konu vardı, İTÜ ve UW'nin farklılıkları ve benzerlikleri konusunda. Derslerin ne kadar benzer olduğunu söylemiştim. Derslerdeki en büyük farklılığın ne olduğunu tartışmayı unutmuşum: konuşma özgürlüğü. Çoğu İTÜ dersinde ve aslında duyduğum kadarıyla TR'deki birçok üniversitedeki derslerde 'soru sormama' ya da 'soramama' gibi bir hastalık var. Buradaki birçok derste öğrenciler ve hoca arasında düzenli diyaloglar gözlemledim. Yani sadece bir soru sorup çekilme değil, verilen cevabın üzerine gitme ve daha fazla soru sorarak konuyu tartışmaya çekmek. Böylece birden fazla insan da aynı konu hakkında sorular sormaya başlayabiliyor ve sınıfta olması gerektiği gibi tartışma başlıyor. Elimde olmaksızın bunu kültüre bağlayıverdim. İfade özgürlüğünden yoksun bir kültürde, sorular bastırılır, cevaplar verilmez. Bu bazen baskıcı bir hoca/baba/başbakan yoluyla olur, bazense bastırılmaktan sıkılmış ve soru sorma refleksini terk etmiş kitlelerin tepkisizliğinden. İlki diğerini doğuruyor. Türkiye de böyle bir yer işte. Yoksa hoca soru sorarken sınıfın cevabı bilmesine rağmen hocaya sadece bakmasının 'temelde' başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
...devam edecek.
Yazılarını başından beri büyük bir heyecanla takıp ediyorum. Ben de biyoloji öğrencisiyim. Bende bir uğursuzluk var takıp ettiğim adamlar birden yazmayı bırakıyor, umarım sen yazmaya devam edersin.
YanıtlaSilTeşekkürler :) kendimi bildim bileli yazıyorum, umarım devam edeceğim :)
YanıtlaSilMerhaba ceren, ben itü de ki bir bölüm arkadaşın, onur, belki hatırlarsın:) Yazılarını okudum, teknik anlamda coğu konuyu anladım fakat takıldığım yerlerde oldu:) bu yazında okul ve ülke hakkında ki değerlendirmene katılıyorum. yazın eğitici olmuş, devamını bekliyoruz:)
YanıtlaSil