2014-09-06

Denizin Kanı üzerine

Tarık Dursun K.’nın Denizin Kanı adlı kitabı köylü-ağa sömürü ilişkisinin en güzel edebi örneklerinden birini veriyor. Ege’nin bir kasabasındaki sünger işçilerinin yıllarca çalıştıkları ağadan bir kayık alma mücadelesini anlatıyor kitap. Kayık bu köylülerin özgür birer köylü oluşunu simgeliyor; çünkü bu kayık sayesinde özgürce avlanıp ürünlerini büyük şehirlerdeki tacirlere satabileceklerdir ve ağaya muhtaç olmayacaklardır. Kısacası kayık bu romanda bir üretim aracı olarak öne çıkıyor ve uğruna verilen mücadele akıcı bir dille okuyucuya aktarılıyor. Elbette bu sırada köylü yaşamının ince noktalarından bahsediyor yazar ve belki de en önemlisi deniz ile karanın farkına ayak basıyor birden çok kez. Amacım bir özet vermek değil, değerli bulduğum bazı noktaları paylaşmak.





Süngerci milletinin reislerinden Şaban Reis, ağadan kayığı alamadıklarında bu duruşa nasıl tepki vereceklerini düşünürken varıyor aslında grev düşüncesine, çok içten, çok doğal bir şekilde:


“… ‘Aşır reis dayatsa mıydı?’

‘Tabi ya… Hacı’nın (ağa) karşısında sen demirden leblebi olacaksın. Çiğneyecek, çiğneyecek, ama dişi kesmeyecek. Bak o zaman n’oluyor!..’

Karanlıkla hıhladı.

‘O zaman işte…’ dedi. ‘O reise reis derim ben. Milletine bakan, sürüyü kurttan koruyan çoban reis odur, ona derler reis diye… Süngerci milletine üfürükten reis olmaz.’

‘Hacı he demeyince Aşır Reis n’apsındı?’

‘Çok şey, çok! Milletin sana bağlandı mı, sen artık hep onların yanında olacaksın. Ölmek var, karşıya geçmek yok. Karşındaki hayır mı dedi; dayat! Sonuna kadar dayat! Nerden inceyse bırak oradan kopsun. Kalın, incelene kadar incenin canı çıkarmış, yine de incelir ya… Sen ona bakacaksın. Onun için direneceksin, tartacaksın. Gırtlak dediğin dokuz boğum. ‘Biz de çalışmıyoruz sana!’ de… Neb’leyim, işte böyle de… ‘Çalışmıyoruz ülen! Biz sana muhtaçsak, sen de bize muhtaçsın’ Sen bizim köyümüze köpek soktun mu, biz de sopayı kaparız! Dişe dişse, göze de göz. İşte bu!..’

Sigarasını ağzında durdurdu, Mustafa’nın kolunu karanlıkta kavrayıp pençeledi:

‘Ülen!’, dedi. ‘Gördün mü şu akşamın hayrını? Ülen, ne dedim ben şimdi? Ha, ne dedim? Biz sana muhtaçsak… Tabii ya, öyle ya ırzı kırık, yüz kere, bin kere ırzı kırık; tabii, öyle ya!... Sen bize, biz sana… Kayığı vermiyor musun? Verme, verme bakalım n’olacaksa! Sen kayığı vermezsen, biz de sana çalışmayız. Biz sana çalışmayınca da…’

Kocaman elleri Mustafa’nın pazusundan omuzlarına çıktı, durdular.

‘Biz sana çalışmayınca da… Ülen, bu akıl, iyilerin iyisi, akılların akılı! Hay benim kötü kafam, nerdeydin şimdiye kadar, nerdeydin ülen? Öyle değil mi, Kara?’”



Sonra Şaban Reis ve Aşır Reis’in kahvede dernek kurduğunu görüyoruz, yani sünger işçilerini toplayıp bu düşünceyi onlara açmasını. Böylece bir birlik oluşmaya başlıyor. Kitap çoğu yerde döneme hâkim siyasi anlayışından da bahsediyor, (CHP’nin tek partici merkezden çevreye kalkınma felsefesine karşı DP’nin tüm muhaliflerle çevreden merkeze akımını canlandırması).



“Aşır Reis bir süre sustu, durdu, düşündü; aklı kesti:
‘iyi be Reis!’ dedi. ‘Senin dediğin bir çıkarsa, milletimize gün doğdu, kayığı aldık gitti Hacı’dan.’
‘Aldık gitti…’ dedi Şaban Reis.
‘Ama bir de Hacı olmaz dedi mi…’
Şaban Reis kıpkırmızı kesildi:
‘Diyemez!’ dedi. ‘Diyemez petkosu sıkmaz. Göbeği bizimle kesilmiş çünkü. Ağa kısmısının göbeğini kesen Allah ebe, azap kısmışının göbeğini de aynı anda kesmiş, birbirine kördüğüm etmiştir. İskender yiğidi bile gelse çözemez. Ancak Hazreti Hamza Efendimizin gürzü olacak da… O da dünyamızda yok. O yüzden…’
‘Bunu bir de millete açalım, toptan evetleyelim, Reis… Bakarsın, biri çıkıverir, siz benim ekmeğimle çoluk çocuğumun nafakasıyla… ha, der mi demez mi?’
Şaban Reis:
‘Eh’ dedi. ‘Aç bakalım, sor bakalım… Sen zati eski köye yeni huylar getirdin, töreyi nicedir bozdun attın. Bizim zamanımızda Reis dedin mi, milleti, çobandan korkan sürüye benzerdi; reis nere, sürü de ora. Particiliğe dönderdiniz süngerci milletini.’
‘O devir geçti artık Reis, şimdi bütün memlekette demirkıratlık var. Herkes dilediğini söyleyecek, dilediğini yapacak. Öyle kendi havanda, kendi başına iş çevirmek, iş koşmak yok kimseye…’
‘Zıkkım…’ dedi Şaban Reis. ‘Demirkıratlık, öyle mi? Demirkıratlık! Herkes gönlünün çektiğini işleyecek, çekmediğini de… Öyle mi? Nerdeymiş o yoğurdun bolluğu, kim kaybetmiş de siz bulmuşsunuz? İşine gelmedi mi, kıvıramadın mı, hemen basacaksın yaygarayı: Demirkıratlık var, demirkıratlık var! Neymiş demirkıratlık? Gönlünün çekmediğini yapmamak, çektiğini yapmak… Domuzuna bu işler, domuzuna oğlum! Ben bunları çok gördüm bu memlekette, birinden biri sökmedi, söktüremediler.’
‘Olabilir. Velev ki öyle… Gün gelir…’
‘Hiçbir şey gelmez bu memlekette, sen bunu böyle bil!..’”



Türk romanlarının olmazsa olmazı aşkla da bezenmiş bu roman okuması kimi zaman eğlenceli kimi zaman acı karakter diyaloglarıyla ilerliyor. Ağa ağalığını yapıyor, pes etmiyor; köylü de gücünü görüyor, diretiyor. Elbette ipler bir noktada kopuyor, detay verip romanı okumayı planlayanların alacağı zevki mahvetmeden son bir iki alıntı vereyim ve bu yazıyı da sonlandırayım.



Güldüren ve güldürürken düşündüren bir paragraf:

“Sakıp Hoca öğleyi okumaya evinden çıktığında kapıdan yol üzeri Şaban Reisle karşılaştı.
'Uğurlar ola, Reis!..' dedi Sakıp Hoca.
'Sana da.'
Sakıp Hoca, Şaban Reisin yüzüne güldü ya, içinden de: 'Dinsiz, gavur n’olacak…' dedi. 'Ne naramaz, ne niyaz herifçide. Bir de kasabanın beti bereketi bunların elinden geçecek...'
Şaban Reis, Sakıp Hocanın ne düşündüğünü bilirdi: 'Desin bakalım…' dedi o da. 'Bu dünya, öte dünya diye diye milletin gözüne sürmeyi çalsın bakalım. Onun da dümeni bu…'
Sırt çevirip uzaklaştılar.”


CHP ile DP arasındaki ilk çekişmede CHP kazanır bilindiği üzere, elbette birçok hile oyunla, [kaynak: Türkiye’nin Demokrasi tarihi 1950’den günümüze, Tevfik Çavdar]. Bunun yansımasını köyde de görüyoruz, itiş-kakış ve kavgalar halinde. Seçim sonrasının tarifi:

“Sandık başına giden; yeniyi mi seçsin, eskiyi mi şaşırmıştı. Daha o bilinç kimsede uyanmamıştı. Demirkırata veren verdi, vermeyen Altıoklularınkini sandığa attı.
Bir hafta hep bu konuşuldu. Çarşıda, pazarda, arastada, kalafat yerinde, kahvelerde…
Sonra ardı kesildi onun da. Bir oyundu, oynanmış, kazanan kazanmıştı, kaybeden kaybetmişti. Yapılacak bir şey yoktu. Yenisi bir dört yıl sonrayaydı.”

Seçimin köylünün gözünden bir oyuna benzetilmesi dikkate değer dramatik bir benzetme. Bahsedilen tarihlerin 1946-1950’ler olduğu göz önüne alınırsa demokrasi kültürünün köye ulaşmamış olduğu çok net görülüyor, yazarın yorumuna göre. Bunun Ege’de bir köy olduğunu da ayrıca vurgulayalım.


Korku, TR toplumunu hala yönlendirebilen duygulardan biri. Zamanında hükmeden asker korkusu bugün hükümet ve polis korkusuna dönüşmüş durumda. Bugünkü TR’nin de durumunu çok güzel özetleyen bir paragraf:

“‘… Bu kasabalıya bir şey bilem yaraşmaz. İyilik yaparsan, adama kötülük işlerler. Kötülük işlersen, burun eğip çekinirler, korkarlar. Hem korkarlar, hem sayarlar. Bu millet ancak korktuğundan çekinir, ancak korktuğuna baş eğer. Hacı’nın gücüne inanmışlar bir kez. Hacı… demişler, başka demezler. Ne bilsinler kayık demeyi, ne bilsinler başlarına buyruk olmayı?’”


Bu da kitaptan son alıntımız olsun, hepimizin de kulağına küpe olsun:

“’Sizden hiçbir şey olmazmış!..’ dedi. ‘Şaban Reisin hakkı var. Siz adam değilsiniz bir kere. Kendinizi bilmiyorsunuz. Ne olduğunuzu bilmiyorsunuz. Bilseydiniz, farkına varsaydınız böyle konuşmazdınız. Bey olmak, kendi başınıza buyruk kazanmak size vergi değil. Böyle gelmişsiniz, böyle gideceksiniz. Bu dünyada akıllanmayana, gücünü bilmeyene öbür dünyada da rahatlık yok. Ancak ne varsa şimdi var. Ben, benim diyeceksin. Azaplık da neymiş diyeceksin ki… Bunu demedin mi, tepene binecekler, ensende boza içecekler. Ama size müstehaktır. Layıktır da. Çözülmeden birlik olmayı öğrenene kadar cümlenin Hacıları binecekler sırtınıza, yedi bayram sulu götürüp susuz getirecekler.’”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder