2016-07-01

bir yazının kaderini değiştirmek: "lisans sona ererken II: seçim yapmak ve risk almak"

Bu yazı terk edilmiş bir yazıydı. Zamanında bitirilmedi. Çok büyük bir heyecanla başlanmıştı bu yazıya ama aksilikler sonucu hayal kırıklığından öteye geçemedi belki de bir sene önceki ben için. Ve bıraktım, unuttum. Eskimek ve hatırlanmamak üzere bloğun kayıtlar kısmında arka sıralara düştü. Belki de bugün etrafımdaki her şeyin kaderini değiştirebileceğime inandığım için tamamlıyorum bu yazıyı. Bir yazının kaderini değiştirmek için. Önceki kısımlarına ise eski ben'e saygımdan elimi sürmüyorum.

1 Temmuz 2016.


Kanada'daki son günlerimde finaller ve partiler adeta birbirine girmişti. Hayatımda hiç öyle bir final dönemi yaşamadım. Bundan sonra da yaşamam herhalde. Gerçekten eğlenebildiğin ve üzerinden seneler geçse de unutamayacağın bir arkadaş ortamı bence bulması zor olan bir şey. En azından benim için hiç kolay olmadı ve doğal olarak buna dair pek fazla anım yok. Kanada'da IQC'de edindiğim arkadaşlıklar tuhaf bir şekilde o zamana kadar sadece bir kez tecrübelediğim içten bir ortam göstermişti bana. Gitmeme bir hafta kala neredeyse her gün bir aradaydık. Bir gün film izlemece, başka bir gün kurtadam oynamaca, diğer bir gün pub-crawl vs. Hayatımda ilk defa kendi evimde parti verdim ve bu parti tam 24 saat sürdü. Adını Ceren'e veda partileri koydular. Bir türlü veda edemedim o partilerde, çünkü ertesi gün uçağım yoksa mutlaka parti vardı. Hatta son gün, uçağın kalkmasına saatler kala parti hiç bitmedi. Sabahladık. Serin Kanada yaz gecesinde vur-kaç oynadık, sabahın körü Waterloo'daki ufak göllerden birine gidip birbirimizi ısıtmaya çalıştık ve saatlerce kurtadamdan pokere kadar bir sürü oyun oynadık.

Bugün geriye o zamana bakınca o veda haftası bana bazen değerli şeylerin bitişlerinin birden fazla olabileceğini hatırlatıyor. Bu yazı dizisi de öyle olacak. Tam hoşça kal dediğinizde ve arkanızı dönüp yola koyulduğunuzda arkanızı dönmeniz ve bir kez daha sarılmanız gibi.



Geçtiğimiz yıllar boyunca belki de öğrendiğim en değerli şeylerden biri, risk almak. Güvenli bir hayat içinde güvenli bir hayatım olsun temennisiyle büyütüldüm. Ama olmayacak, çünkü istemiyorum. Karmaşık nedenleri var. Ama en basit şekliyle, güvenli bir hayat yeterince heyecanlı değil. Belki de bu yüzden çocukluğum demek hayal kurmak demek benim için. Hayal kurmak risksiz bir iş, hayalleri gerçekleştirmek ise çoğu zaman oldukça riskli. Hayatınız hakkında aldığınız her karar aslında bir risk taşıyor. Kimileri parayı riske atamıyor, ama karşılığında karşılaşabilecekleri en paha biçilmez tecrübeleri riske atıyorlar. Güvenli yaşamak adına aslında hayatlarını diğer birçok hayattan farklı kılacak tecrübeleri ve fırsatları ellerinin tersiyle itiyorlar.

Gelecek planları çoğu kez bir risk içerir, çünkü bir seçim yapmanız gerekir. Hayatınız yaptığınız seçimde karşınıza çıkan fırsatlarla belirlendiği kadar, reddettiğiniz seçeneklerle kaçan fırsatlar tarafından da belirlenir. Hepimiz bir şekilde kendimiz için en optimize yolu bulmaya çalışırız, ama haliyle sonuçlar bilmediğimiz bir gelecekte saklı olduğundan aslında çözmeye çalıştığımız problem hiç de deterministik değil, aksine stokastik bir problem. Hafızalı sistemler olarak oldukça karmaşık olmamız ve yaşadıkça yaşadığımız anı değiştiriyor olmamız bir yana, her bir tecrübeyle de hafızamızı yeniliyor ve seçimler yapan bu mekanizmayı geliştiriyoruz. Belki de geleceğimizi bu kadar tahmin edilemez yapan basit bir Markov sürecine göre yaşamıyor olmamız, aksine hayatımız non-markov bir süreçle evriliyor gibi gözüküyor. İşin özü beynimiz henüz seçenekler arasındaki en optimize yolu bulabilecek kadar evrilmediği için, şöyle diyoruz: "içine en sinen yolu, hayatın boyunca severek yapacağın bir mesleği, seni en heyecanlandıran eşi seç." Örnekler çoğaltılabilir, ama hepsinin ortak noktası duygu dünyamıza sesleniyor olmaları. Bu tercihler aslında mutluluğu ve hayat süresini optimize eden seçenekler olmayabilir ama bilmediğimiz için inanmak zorundayız. Tercihlerimize inanmadan kurmaya çalıştığımız hayatlar da bizim olmaktan bir o kadar uzak.

Aslında doğa optimizasyon konusunda bir numara. Mühendislik doğadan ilham alarak gelişir. Bir sistemi dışarıdan dürtmediğiniz sürece sistem kendi doğal frekansında salınır ve doğa her zaman enerjiyi minimize edecek yolu seçer. Elbette enerjinin minimize olmasıyla sizin mutlu olmanız arasında bir korelasyon yok. Ama sonuç olarak duygularımız ve içgüdülerimiz, hayatta maksimum süre kalabilmek için evrildiklerine göre ve en nihayetinde doğanın bir parçası olduğumuza göre, belki de doğa bizim için iyi bir yol seçiyordur. Her neyse, bu kadar spekülasyon midemi bulandırmaya başladı.

İTÜ'yü seçerken bir risk almıştım, aslında bugün dönüp o günlere baktığımda aldığım riskin hiç de farkında olmamış olduğumu fark ediyorum. Çünkü o zaman gerçekten içime sinen tercihe basmıştım kararımı. Şimdi ise kararlarımda daha akılcıyım. Ne garip! Halbuki o zamanlar liseden yeni mezun olmuş ama liselilikten daha çıkmamış biri olarak katı rasyonelisttim (kendimi bu felsefi akıma ait hissederdim). Üniversitenin ilk senesi hayata bakış inanılmaz derecede değişti ve deneyci felsefeyle geçen bir dönemlik bir felsefe dersinin ardından adeta sahanın öbür tarafına geçtim. Müstakbel bir bilim insanı olarak bu kararımın ne kadar doğru olduğunu şu anda görüyorum. Kendini akılcı felsefeye kaptırmış çoğu kişi akılcı olmaktan öte içgüdülerini ve duygularını dinleyen insanlar. Koskocaman bir dış dünyayı iç dünyalarına sığdırabileceklerini sanıyorlar. Hatta sanıyorum iç dünyasını daha geniş sayan bile vardır. Neyse konumuz onlar değil.

Üniversiteyi okurken çok kez düşündüm, acaba elektronik ve haberleşme mühendisliğine girmeseydim ve direkt örneğin Boğaziçi'nde fizik okusaydım daha iyi olmaz mıydı? Ya da lisansın ilk senesinden beri sürekli hocalarıyla iletişimde olduğum ve iki hocasıyla çalışmış ve çalışmakta olduğum Koç Üniversitesi'nde okusaydım? Ya da madem mühendisliğe aklın kaydı, neden İTÜ? Boğaziçi'nde de elektrik-elektronik okuyabilirdin, İTÜ'deki gibi bir çap fizik yapardın ya da belki tam tersi? O zamanlar İstanbul dışına çıkmayı aklımın ucundan bile geçirmediğim için ODTÜ ve Bilkent tercih listeme girmediler bile. Halbuki bugün dönüp baktığımda ikisinde de babalar gibi fizik okuyabilirdim. Sanırım ben de o İTÜ'yü ziyaret edip İTÜ samimiyetinden hoşlananlardandım. İTÜ iyi ve kötü yanlarıyla her zaman önünüzdedir ve hiçbir zaman kötü yanlarını gizlemeye çalışmaz. Bu aslında tuhaf bir umursamazlık durumu. Son bir iki senedir İTÜ'de tanıtım günleri için diğer üniversitelerle kıyaslanabilir bir çabayla reklamlar yapılıyor. Ben üniversiteye girdiğimde reklamla girmedim. Kimse de başımıza mentör vermedi. Kendi kendimize üniversiteyi keşfettik, çünkü her İTÜ'lü bunu yapar. Kampüs çok dağınıktı, bakımsız çimler, karamsar binalar vardı. Evet zamanla hepsi düzelebilir, örneğin bu yaz rektörlük kampüsü çiçeklendirdi, yeni çimler ekildi. Kesinlikle çok hoş bir İTÜ kampüsü var şu anda ve hala samimi. Biliyorum ki kışın o çiçekler bakılmadığında solup gidecekler ve hiçbir İTÜ'lü bunu umursamayacak. Koç Üniversitesi'nde gördüğüm aşırı bakımlı kampüse karşı bence öğrenciye daha yakın, yaşanmışlıkları her dönem temizlemeye çalışmayan, üzerine kat kat boya atmayan, kirliliğiyle barışık bir anlayış bu. Beş sene önce kolejden, dolayısıyla her sene düzenli yenilenen binalarda görülmüş bir eğitimden mezun olmuş biri olarak bunu söylemezdim, bu bir gerçek. Ama şu anda dönüp baktığımda çok netim, bir üniversite biraz salaş olmalı, dağınık yerleri olmalı, yeniden yapmak için yıkılmış yerleri olmalı, el değmemiş, içinden insan eliyle yapılmış yollar geçmeyen koruları, ormanları olmalı, belki de en önemlisi sınırları ve çitleri olmamalı. Çünkü düşünen ve üreten kafanın içi de aynen böyle.

Şimdi gidip fizikten doktora yapacaksın, madem öyle neden mühendisliğe girip zaman kaybettin diye içinden geçirenler olabilir. Liseden mezun olmuş birinin fizikçi olmak istemesiyle üniversiteden mezun olmuş birinin fizikçi olmak istemesi arasında önemli bir fark var (fizikte bağımsız araştırma yapabilmek ve dolayısıyla fizikçi olabilmek için doktora yapmanız gerek). Liseden mezun olanın fizikçi olmak istemesi henüz bir hayalken lisans eğitiminden mezun olanınki bir hedeftir. Lisede istediğiniz kadar ağır fizik eğitimi alın, bu sizin fiziği keşfetmiş olduğunuz anlamına kesinlikle gelmez. Aksini iddia etmek ustalara saygısızlıktan öteye gitmeyecek bir özgüven ve ego içeriyor. Lisede öğrenilenler bir motivasyon, bütün hayatınızı alacak bir alana ayağınızı uzatmaktan başka bir şey değil, bu da eğer sağlam çalışmışsanız ve kavramlar üzerine düşünmeyi adet haline getirmişseniz.

Bence lisans seçimlerim ve hayatım, fizik tutkusu olan insanların ne olursa olsun ve karşılarına hangi engel çıkarsa çıksın sadece fizik yapmak için bu sorunları aşabileceğini gösteriyor. Beş yıllık süreçte çok az kişi neden birinci anadalımı EHB mühendisliği ve ikinci anadalımı fizik seçtiğimi sorguladı, genelde beni tanıyanların tepkisi şaşkınlık ve garipsemeydi özellikle de İTÜ EHB'ye birinci tercihimden girdiğimde. Hep çok farklı sebepleri var dedim, bazılarına bir nedenden, bazılarına diğer bir nedenden bahsettim ama asla bütünüyle içimde geçen hesaplaşmadan bir kişi hariç kimseye bahsetmedim. Bugünlerde lisans dönemim sona ererken bu blogta ilk defa açıklıyorum her şeyi.

En başında dediğim gibi, her seçim yanında bir risk getirir. Risk ne kadar büyükse, yolun sonuna ulaşabilmek o kadar keyiflidir. Bir fizikçi olmayı 15-16 yaşımdan beri hayal ediyordum, bir bilim insanı olmak istediğimin farkına ise 11-12 yaşlarımda vardım. Aradaki süreç (herhalde aile etkisinden olacak ki) biyoloji temelli bir ilgiyle geçti. Lisede ilk defa fizik çalışmaya üniversite freshman fizik kitaplarından başladım. Fiziğe olan ilgimi keşfetmemi sağlayan önemli bir noktaydı bence bu kitaplar. Çok geçmedi, laboratuvarda takılmaya başladım. Hocalarım sağ olsun, deneylemek mantığıyla ve kendi uğraşlarımızla kurduğumuz bir sürü yepyeni deneyle tanıştım o ufacık yerde. Laboratuvarın bir anahtarı da bende vardı. Liseli bir ergen olarak çok ama çok zamanımı o laboratuvarda kendi başıma takılarak geçirdim. Bir de kendi kendime uğraştığım matematik problemleri vardı. Düzenli düşünme gerektiren, ilginç ve popüler problemler. Hayatımın en ufak bir ucunda bile mühendislik yoktu, mühendis mantığı yoktu, pratik düşünme belki biraz vardı. Onun yerine detaylı ve saatler alan beyin fırtınaları, kavram analizleri, teoriler ve bu gibi şeyler vardı. Aslında tam olarak sorun da buydu. Felsefeye dolayısıyla da her şeyi kafada bitirmeye meraklı beni hala tam ne uyandırdı bilmiyorum, bariz ve geleceği neredeyse tahmin edilebilir seçeneklerimden kaydım ve lise boyunca hep rakip olarak karşımda gördüğüm, mantığıyla alay ettiğim, felsefeden ve bilimden aşağı gördüğüm bir alanı seçtim.

Aslında belki de gerçek anlamda kendimi yanlışlamaya ve çürütmeye sanırım bu kararla beş yıl önce başladım. Çok zor olmadı, tercih kağıdının başına İTÜ EHB'yi yazdım ve hayatım değişti. Ben değiştirdim hayatımı. Kimse zorlamadı beni bu karara. Merak ettim. Bu kadar yadırgadığım bir alanı neden hiçbir sebep yokken yadırgadığımı merak ettim. Bir bilim insanı olmak istiyorken nasıl oluyor da altı bomboş önyargılarımla yaşayabiliyor olduğumu merak ettim. Eğer bir fizikçi olacaksam, aynen böyle dedim kendime, eğer bir fizikçi olacaksam bugün etrafımızı bu denli saran bu teknolojiyi anlamaya çalışmam gerekmez mi, onu itmek yerine? İşte böyle girdim ben İTÜ EHB'ye. Daha iyi bir fizikçi olmak için. Hayır, ilk önce bir fizik bölümüne girip ardından ikinci ana dalım olarak elektronik seçemezdim. Çünkü kendimi tanıyordum, yapmazdım. İkinci ana dal olarak matematik, felsefe dururken evren aşkına kim elektronik seçer ki, derdim. Anlayacağınız o ki, bu bir savaştı benim için. Önyargılarıma karşı verdiğim bir savaştı. İnsanın önyargıları kolay kırılmaz. İnsanlar kolay değişmezler. Bazen çok değişmek isteseler de değişemezler. Çünkü değişmek için verilmesi gereken kararlar önceden inandığınız her şeye karşı olabilir ve yeni hayata adaptasyon hiç de kolay bir şey değildir. Belki de aylarca, belki de senelerce kararlarınızı sorgulamanıza neden olur. Hiç tanımadığınız bir paralel evrene izinsizce adım atmış gibi hissedersiniz ve kapı ardınızdan kapanmıştır. Geri dönmek yoktur, çünkü zaman hiçbir zaman geriye doğru akmaz. Hiçbir kararın geri dönüşü yoktur.

Ben uzun bir süre İTÜ'ye ve mühendisliğe adapte olmaya çalıştım. Anlamaya çalıştım, öğrenmeye. Dünyaya ve doğaya dair farklı bir perspektifi yakalamaya çalıştım, eski beni unutmadan. Değdi mi? Hayal bile edemezsiniz. Bugün bile (ki 1 temmuz 2016, fizik doktora 1. sınıf bitmek üzere) kararlarımdan pişman değilim. Yazının başlığı seçim yapmak ve risk almak. Elbette fiziği mühendislikle beraber okumak risksiz bir iş değildi, özellikle de ilk ana dalın mühendislik olması üniversitenin sonlarına doğru ne yapacağım belli olmaya başladığında bazı derslerin bana külfet gibi gelmesine neden oldu. Mesela yeterince fizik 4. sınıf dersi alamadım, çünkü EHB'de tamamlanması gereken dersler vardı. Bir solid state ya da condensed matter yerine antenler dersi almam gerekti. Eh çok da kötü olmadı, özellikle bu sene Jackson'dan geçmiş (yoksa o mu benden geçti?) biri olarak söyleyebilirim. Ya da ne bileyim, optimizasyon teorisi, radar teorisi falan aldım nükleer fizik almak yerine. Bir nükleer fizik şimdi daha çok işime yarayabilirdi. Fakat dediğim gibi, bunlar hep bir artı eksi meselesi. Mühendislik derslerimde öğrendiğim bilgiler hiç beklemediğim zamanlarda çok kez aydınlanmamı sağladı ve sağlıyor benim. Taşların arasını dolduran sıva gibi. Perdenin arkasında bekleyip iki çift lafının zamanı geldiğinde mütevazı şekilde sahneye çıkan ve görevini başarıyla tamamlayınca da sahne arkasına dönen oyuncular gibiler. Gizli kahramanlarım onlar benim. Diğer birçok fizikçide olmayan kahramanlar.

5 yıllık bir eğitim, bir bilgi akışından çok daha fazlasıdır. 5 yıllık bir eğitim yeni bir şekle bürünmektir. Bir mühendis bakış açısı edinmektir. Belki de benim için daha doğru bir tabirle fizikçi bakış açısını mühendislik bakış açısıyla harmanlamaktır. Kesinlikle reddedemeyeceğim, mühendislik eğitimimin sorunlara daha pratik bakmamı sağladığı. Bir problemi çözmek için onu ufak problemlere bölme becerisi ve her şeyden önce problemi açık bir şekilde tanımlamak. Her şeyi öğrenmek zorunda değilim, öğrenemem de zaten. Ama problemi çözebilecek tüm tekniklere ulaşabiliyor ve bunlardan en verimli (ya da rahat) olanını seçip çalışma sahama getirebiliyor olmam lazım. Bugün araştırma yaparken bu bakış açısının önemini bir kez daha görüyorum. Ortada çözülmesi gereken bir problemin varlığı bir araştırmanın kalbidir. Kafada bir yere sağlamca sabitlediğiniz bir problem olmadan, onu güzelce bir çerçeveye almadan bir alana dalmak kayıp olmak değil de ne? Tamam bazen kayıp olmak da güzeldir, ilham verir. Ama yürümek temelde bir hedefe doğru yapılır ve bu durumda hedef probleminizden başka bir şey değil.

Burada gördüğüm, insanlar doktoraya başlamadan önce akademik olarak ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar bunu bir sorguluyorlar. Lisans sonrası akademiye ara verip 2-3 sene sonra doktoraya başlayan arkadaşlarım var. Ya da bir seneliğine ara vermek hiç de olağanüstü bir karar değil. Bir kez bile ara vermeyi düşünmedim, halbuki imkanım vardı. Mühendis olarak çalışabileceğim birçok şirket vardı önümde bir süreliğine. Ara vermeyi düşünmedim, çünkü ne istediğimden, hangi alanda araştırma yapmak istediğimden adım gibi emindim lisansın yarısından itibaren. Bu sadece tutkum olduğumdan değildi. Ben çocukluğundan beri bilime tutkulu ama doktoraya geldiğinde yolunu kaybetmiş insanlara rastladım burada. Sağlam eğitim görmüş ve dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde fizik doktorası yapmaya kabul almış ama tüm bu süreçte hiç farkına varmadan fizik tutkusunu yitirmiş arkadaşlarım oldu. Onların bu yaşta kapıldığı hayat sorgulamasına şahit oldum. Bu bana da olabilirdi. Nitekim lisans tercihlerinde içimi yiyen bir korkuydu bu, öyle bir korkuydu ki beni fiziğe arka kapısından girmeme sebep olacak tercihler yaptıran bir korkuydu. Kolay değil fizik okumak, rahat bir psikolojiyle okunmaz fizik. Hayatınızın her yanına sinecek, ders çalışmanın her şart altında bir eğlence gibi algılanması gereken bir alan, fizik. Kendini nasıl tanımlıyorsun? diye sorduklarında hiç sorgulamadan ilk olarak fizikçiyim, demenize neden olacak kadar hayatınızı kaplayan bir şey bu meret. Gece yatarken o, sabah kalktığınızda odur yanınızda olan. Sevgiliye tercih edilebilecek tek şeydir, ve benim tarafımdan tercih edilmiş tek şeydir. Eski erkek arkadaşım, fizik tutkumla kendisini karşılaştırmaması gerektiğini çok iyi bilirdi, mesela. Mutlu bir hayatı eh napalım hayat işte, gibi tuhaf bir tepkiyle hiç sorgulamadan terk edip gitmenize neden olabilecek kadar alışkanlık yapan bir yaşama şeklidir, fizik. Pişman mıyım? Elbette, hayır. Ağladım mı? Elbette, evet. Ya bir gün fizikten soğursam ne yaparım, korkusuyla yaptığım tercihler bana tutkumu test etmek için zaman ve ortam sundu aslında. Ben hayatımı değiştirdim, kendimi yeni bir şekle soktum, sadece kendime bu hayatta fizikten başka şeyler yaparak da yaşayabilirim ve eğlenebilirim, diyebilmek için. Ama başladığım her yol fizikle bitti. Hangi alana girdiysem bir şekilde fiziğe evrildi, ben ne kadar uzaklaşmaya çalışırsam çalışayım o hep gelip beni buldu. Böyle bir aşka kimse hayır diyemez. Fırtınalı bir ilişki sonrasında sonunda hayatım boyunca onunla olmak istediğimi biliyordum. İşte böyle karar verdim fizik doktorası yapmaya. Nitekim doktoramın ilk senesi de hayatım onun yüzünden ne kadar ağır şartlar altında olursa olsun, nasıl duygusal yükler barındırırsa barındırsın aramızın açılmayacağını bir kez daha gösterdi bana.

Kısacası, Lisans Günlüğü, bu kadar zaman sonra sana bir şeyler anlatmak güzeldi. Hep olduğu gibi. Kim bilir, belki arada tekrar dönerim bu tanıdık sokaklara.

O zamana kadar, sağlıcakla.

C.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder